Madenlerin işlendiği yerler - Türkiyede Maden Çıkarılan yerler

0 yorum
Sponsorlu Bağlantılar

MADENLER GENEL BİLGİLER İŞLENDİĞİ YERLER ÇIKARILDIĞI YERLER


DEMİR
Yıllık üretimi 5 milyon tona yakındır. Dünyada 8. sıradayız. İhraç ürünlerimizdendir. Karabük, Karadeniz Ereğli’si, İskenderun Yukarı Fırat (Divriği, Hekimhan, Hasançelebi, Çetinkaya), Asıl Ege (Edremit, Torbalı), Marmara (Eymir, Çamdağı), Doğu Karadeniz (Fundacık), Hatay (Amanos Dağları).

BAKIR Elektrik-Elektronik Sanayisinin hammaddesidir. Samsun, Ergani, Murgul Artvin (Murgul), Kastamonu (Küre), Diyarbakır (Ergani-Rezerv ve kalitesi üstündür), Elazığ (Maden).


KROM Volkanik olaylar sonucunda oluşmuştur. Demirin sertleşmesinde ve çelik üretiminde kullanılır. Türkiye krom üretiminde en zengin ülkelerdendir. İhracatımızda önemli yer tutar.

Antalya, Elazığ
Menteşe yöresi, Fethiye Marmaris- Dalaman Havzası; Kütahya- Bursa arası, Kahramanmaraş, Kayseri, Sivas,Elazığ, Guleman




BOR Jet-Roket yakıtı olara, Kimya ve ilaç sanayisinde , fiberglas izolasyon maddelerinde, cam, porselen, deterjan vb. yapımında kullanılır. Dünya rezervlerinin yarıdan fazlası Türkiye’dedir. Önemli bir kısmı ihraç edilir.

Bandırma, Seyitgazi


Balıkesir(Susurluk), Bursa (M.Kemal Paşa), Kütahya (Emet), Eskişehir (seyitgazi)
BOKSİT (ALÜMİNYUM) Alüminyum ham maddesidir. Alüminyum uçak ve otomobil sanayi ile daha bir çok alanda kullanılır.
Seydişehir
Konya,Seydişehir ve Akseki


CİVA Ülkemiz civa madenince oldukça zengindir. Bazı elektrikli araç yapımında ve eczacılıkta kullanır. Bir kısmı ihraç edilir. Konya-Sarayönü Ödemiş-Halıköy Karaburun

İzmir (Ödemiş- Çeşme) Konya (Sarayönü)

MERMER
İnşaat sektöründe kullanır. Afyon, Bandırma, İstanbul Afyon, Bursa, Bandırma, Gemlik, Marmara adaları

ZIMPARA TAŞI Aşındırıcı madde olarak kullanılır. Metamorfik kayadır. Zımpara kağıdı yapılır. Bir kısmı ihraç edilir. Metallerin parlatılmasında kullanılır.
İzmir
İzmir, Aydın,Muğla


TUZ
1,5 milyon ton üretimi vardır. Deniz, göl ile toprak altındaki kaya tuzu yataklarından elde edilir. İzmir ve Tuz gölü başta olmak üzere çıkarıldığı yerlerde işlenir.
İzmir- Çamaltı tuzlası, Tuz Gölü, Kırşehir, Nevşehir, Yozgat, Çankırı, Erzurum, Kars, Kağızman
KURŞUN ÇİNKO Paslanmaz metal üretiminde, silâh sanayinde, akümülatör imalatında kullanılır.
Elazığ-Keban
Elazığ-Keban

VOLFRAM Çok sert bir maddedir. Elektrik- elektronik, çelik, kimya, sanayisinde kullanılır.
Bursa Bursa-Uludağ, Kırıkkale- Keskin, Elazığ –Keban


BORAKS Metallerin temizlenmesinde, porselenlerin süslenmesinde kullanılır. Yıllık üretimi 40 bin ton kadardır. Yoğunlaşmış borik asittir.
Bandırma
Güney Marmara, Kütahya Emet,Eskişehir-Seyitgazi

MANGANEZ Demirin çeliğe dönüştürülmesinde kullanılır. Artvin-Borçka Ereğli, Denizli (Uluköy), Ankara (Çayırlı), Artvin (Borçka)
LÜLETAŞI Biblo, pipo gibi süs eşyası yapımında kullanılır. Eskişehir Eskişehir

OLTUTAŞI Siyah renklidir. Süs eşyası yapımında kullanılır. Organik tortul grubuna girer.
Erzurum
Erzurum-Oltu
KÜKÜRT Bağ ve bahçelerde böceklere karşı kullanılır. Keçiborlu Isparta-Keçiborlu
www.sosyalbilimler.biz



ENERJİ KAYNAKLARI GENEL BİLGİLER İŞLENDİĞİ YERLER ÇIKARILDIĞI YERLER


LİNYİT Evlerde yakacak olarak kullanılır. Termik santrallerde elektrik enerjisi üretiminde kullanılır. Dünyada 12. sıradayız. Termik santrallerimiz: Afşin-Elbistan, Yatağan, Tunçbilek, Soma, Seyitömer, Ankara Çayırhan Türkiye’de 58 yerde bulunmuştur. Kütahya (Tavşanlı, Tunçbilek, Değirmisaz, Seyitömer), Manisa (Soma), Amasya (Çeltek), Kahramanmaraş (Elbistan), Ankara (Çayırhan), Erzurum (Aşkale), Muğla (Yatağan).

MADEN KÖMÜRÜ (TAŞKÖMÜRÜ) Rezervi 1 milyar tondan fazladır. Demir-çelik ve kimya sanayisinde enerji kaynağıdır. Tüketimi karşılamak için ithal edilir.
Ereğli, Karabük, İskenderun Demir-Çelik tesisleri.
Batı Karadeniz bölümünde Zonguldak-Ereğli ile Kastamonu-İnebolu arasındaki havzada çıkartılır.


DOĞALGAZ Trakya’da ki çeşitli fabrikalarda kullanılır. Dış ülkelerden edilenler ise Ankara ve İstanbul’da ısıtma ve ulaşımda kullanılır.
Trakya’da Hamitabat Doğalgaz santrallerinde işlenir.

Trakya- Hamitabat, Mardin-Çamurlu.


PETROL
Üretim tüketimi karşıla-yamıyor, bu nedenle ithal edilir. Batman, Aliağa (İzmir), İpraş (İzmit), Ataş (Mersin), Orta Anadolu (Kırıkkale) rafinerilerinde işlenir.
Raman, Batman, Garzan, Ulaşlı, Ulusu Diyarbakır, Kurtalan, Adıyaman, Siirt.


JEOTERMAL Magmaya yakın suların ısınarak yüzeye çıkması sonucu oluşur. Daha çok genç volkanik alanlar ve fay hatlarında görülür.
Denizli Sarayköy’de termik santrali vardır.
Denizli-Sarayköy, İzmir-Balçova, Aydın, Afyon- Göcek, Ankara-Kızılcahamam.
HİDROELEKTRİK Akarsuların enerji potansi-yelinden faydalanarak enerji elde etmektir. Doğu Anadolu’da akarsuların gücü fazladır. Avrupa’da Rusya ve Norveç’ten sonra 3.sıradayız.
Sanayide, madencilikte ve konutlarda kullanılır.
Keban (Elazığ), Atatürk, Hirfanlı, Hasan Uğurlu barajları.
GÜNEŞ ENERJİSİ Bu enerjiden faydalanmak için Güneşi görme süresi ve ısısı önemlidir. Su sıtma tesislerinde ve elektronik aletlerde kullanılır. Güneş ışınları.

TÜRKİYE’DE SANAYİ TESİSLERİ
TESİSLER
BULUNDUĞU YERLER


BESİN SANAYİ UN Fabrikaları İç Anadolu ve Marmara olmak üzere her bölgede vardır.
Şeker Fabrikaları Alpulu, Uşak, Kütahya, Afyon, Erzurum, Malatya, Eskişehir, Kastamonu, Van, Konya.
Yağ Fabrikaları Ege, Marmara ve Akdeniz bölgeleri (Adana, Antalya, İzmir, Edremit, Ayvalık, Edirne)
Sigara Fabrikaları İstanbul, İzmir, Samsun, Adana, Malatya, Bitlis, Tokat, Akhisar, Torbalı, Gaziantep.
Konservecilik İstanbul, Bursa, İzmir, Tokat,Amasya.

DOKUMA SANAYİ Pamuklu Dokuma İstanbul,Adana,Kayseri,Nazilli,Malatya,Denizli,İzmir,Manisa,G.antep,Bursa, Antalya.
İpekli Dokuma Bursa, Gemlik, İstanbul.
Yünlü Dokuma İstanbul, Hereke, Bursa, Bünyan (Kayseri), Siirt, Kocaeli, Tekirdağ.

MAKİNE KİMYA SANAYİ Petro-Kimya İzmir(Aliağa), Mersin(Ataş), İzmit(İpraş), Batman, Kırıkkale(Ortadoğu).
Vagon Adapazarı, Eskişehir.
Gemi İzmit, İstanbul.
Otomotiv İstanbul, Bursa, İzmit, İzmir, Ankara, Eskişehir, G.Antep, Adapazarı, Adana.

MADEN SANAYİ Demir-Çelik Karabük, Ereğli, İskenderun, Sivas, Kırıkkale.
Bakır Samsun, Ergani, Murgul, Amasya.
Krom Antalya, Elazığ.
Bor Bandırma
Taşa-Toprağa Dayalı Sanayi Seramik-Porselen İstanbul, Çanakkale, Kütahya.
Çimento Tarsus, Bartın, İstanbul, İzmir, Isparta, Eskişehir, Çanakkale, Kütahya, Adana, Mardin
ORMAN SANAYİ Mobilya İzmir (Karabağlar), Ankara (Siteler), İstanbul, Bursa (İnegöl).
Kereste Bolu,Kastamonu,Sinop, Balıkesir, Adapazarı, Antalya, Muğla, Isparta, Burdur, Düzce.
Kağıt İzmit, Çaycuma (Zonguldak), Aksu (Giresun), Dalaman(Muğla), Balıkesir, Yalova.

Basıncı Etkileyen Faktörler - İklim ve basınç

0 yorum
Sponsorlu Bağlantılar

BASINÇ
Yerçekimi etkisi ile atmosferi oluşturan gazların belirli bir ağırlığı vardır. Bu ağırlığa atmosfer basıncı denir. Normal hava basıncı, 45º enlemlerinde, deniz seviyesinde, 15º sıcaklıkta ölçülen basınca denir. Normal hava basıncı 1013 milibar yada 760Hg/mm.

Basınç

Alçak Basınç Yüksek Basınç
(Siklon) (Antisiklon)



Basıncı Etkileyen Faktörler

Sıcaklık
(Termik kökenli basınçlardır) Ekvator-Termik alçak basınç,
Kutuplar-Termik yüksek basınç

Yükselti Yükselti arttıkça basınç düşer

Yoğunluk Yoğunluk arttıkça basınç artar

Yerçekimi Kutuplara gidildikçe basınç artar

Mevsim Sıcaklıktan dolayı basıncı etkiler
Dinamik Etmenler Günlük hareketten dolayı dinamik basınçlar oluşur



Basınçların Özellikleri

Alçak Basınçlar Yüksek Basınçlar
* Yükselici hava hareketi.
* Hava hareketi çevreden merkeze doğrudur.
* Hava, kapalı, rüzgarlı ve yağışlıdır. * Alçalıcı hava hareketi.
* Hava merkezden çevreye doğru.
* Hava, kurak, açık, güneşli, durgundur.
Termik Alçak Basınç
Basınç düşük, sıcaklık yüksektir. Oluşum nedeni ısınmadır (Ekvator). Termik Yüksek Basınç
Oluşum nedeni soğumadır. Sıcaklığı düşürür (Kutup).
Dinamik Alçak Basınç
Oluşum nedeni dünyanın günlük hareketidir. Sıcaklığı düşürür, yağış yapar. Dinamik Yüksek Basınç
Ters Alizelerin 30º enlemlerinde sapmaya uğrayıp alçalması ile olur. Isıtıcı etki yapar.

RÜZGARLAR
Yüksek basınçtan, Alçak basınca olan hava akımına rüzgar denir. Rüzgar hızı Anemometre ile ölçülür.

Rüzgarların Özellikleri
Rüzgarın Hızı a.Basınç Farkı: Hızı etkileyen temel faktördür. Basınç farkı ne kadar fazla ise hız o kadar artar.
b.Basınç Merkezlerinin Yakınlığı: Basınç merkezleri arası mesafe arttıkça rüzgarın şiddeti azalır. Mesafe azaldıkça şiddet artar.
c.Dünyanın Günlük Hareketi: Rüzgarın esiş yönünü etkileyerek hızlarını azaltır.
d.Yer şekilleri: Dağlık ve engebeli yerlerde sürtünme arttığından hız azalır. Denizlerde rüzgar hızı daha fazla olur.
Rüzgarın
Yönü Rüzgarlar estikleri yönlere göre isimlendirilir. (Batı rüzgarları).
* Bir bölgede rüzgarın en çok estiği yöne, hakim rüzgar yönü denir. Yer şekillerine bağlıdır.
Rüzgar Frekansı
(Esme Sayısı) * Bir yerde, rüzgarın esiş sıklığına denir.
* Rüzgarın esme süresinin oranı ile ifade edilir.
* Estiği yönleri belirten şekle “rüzgar gülü” denir.
Not: Bir yerin rüzgar gülünden, o yerin hakim rüzgar yönü ve yer şekillerinin uzanışı öğrenilir.

Rüzgarlar
Sürekli Rüzgarlar Büyük basınç merkezleri arasında yıl boyunca eser.
1.Alizeler: DYB’dan TAB’a eserler (30º-0º).
Tarihte “Ticaret rüzgarları” denir. Kıtaların doğusuna yağış bırakırlar.
2.Batı Rüzgarları: 30º’den 60º’ye eserler. Orta kuşakta, karaların batı kıyılarına bol yağış getirirler. K.Batı Avrupa’nın ılıman okyanus iklimi bu sayede oluşur.
3.Kutup Rüzgarları: Kutuplardan 60º’ye eser. Soğuk ve kurutucu etki yapar.
Mevsimlik (Muson) Rüzgarları Kıta ve okyanuslar arası mevsimlik ısınma farkından meydana gelir. Yazın karaya, kışın denize eser(Devirli rüzgarlarda denir,GD.Asya)
a.Yaz Musonu: Denizden karaya eser. Yamaç yağışları görülür (Bol yağış olur).
b.Kış Musonu: Karalardan denizlere doğru eser. Soğuk ve kurudur, yağış olmaz.
Yerel Rüzgarlar Günlük ısınma farkları ile oluşur. Etki alanı dar, esiş süresi az olur.
a.Meltemler: Kara-Deniz, Dağ-Vadi.
b.Sıcak Yerel Rüzgarlar: Fön, Sirikko, Hamsin, Samyeli, Lodos.
c.Soğuk Yerel Rüzgarlar: Mistral, Bora, Poyraz, Karayel, Krivetz.

Cinsel Yolla bulaşan hastalıklar nelerdir - Cinsel Hastalıklar

0 yorum
Sponsorlu Bağlantılar

Bu başlık altında toplanan hastalıklar iki insan arasında oluşan cinsel nitelikli yakın temasla bulaşan mikrobik (bakteri , virüs, parazitlere bağlı ) hastalıklardır. Önceleri zührevi hastalıklar olarak anılan bu hastalıkların bir kısmı yalnızca genital bölgede belirtilere neden olurken (kadında vaginal akıntı, erkekte üretradan akıntı, her iki cinste genital bölgede ülser gibi) diğer bir kısmı vücudu etkileyen genel belirtilere neden olurlar (frengi, hepatit B, AIDS gibi)

Bu hastalıkların bir kısmı için en önemli bulaşma yolu iki insanın cinsel nitelikli yakın teması (genital siğil, herpes simpleks, vajinit gibi), diğer bir kısım hastalıklar cinsel yolla bulaşmaya ek olarak kan yoluyla (AIDS ve hepatit B’nin virüs taşıyan kanın nakledilmesiyle bulaşması gibi , anneden bebeğine henüz doğmadan frengi bulaşması gibi) ve cinsel ilişki dışındaki yakın temasla da bulaşabilmektedir. (anneden bebeğine doğum esnasında doğum sonrasında emzirme ve bakım esnasında bulaşan genital siğil , herpes simpleks ve hepatit B gibi , aile içi günlük yaşam koşullarının paylaşılması sonucu bulaşan hepatit B gibi)

Bu gruptaki hastalıkların bulaşması için heteroseksüel ilişki koşul olmadığı gibi , bulaşma için gerçek cinsel ilişki olmaksızın enfeksiyon taşıyan birinin genital bölgesiyle yakın temas bile hastalığı almak için yeterli olabilmektedir. (genital siğil gibi). Cinsel yoldan bulaşan hastalıklar tüm diğer bulaşıcı hastalıklar gibi bildirimi zorunlu hastalıklar grubunda yer alırlar.

Aşağıda anlatılacak hastalıkların çoğu için cinsel ilişki dışında da çeşitli bulaşma yolları mevcuttur bu yüzden bu hastalıklardan birine yakalanan kişinin partnerini , ya da partnerli hastalığa yakalanan kişiyi sadakatsizlikle itham etmesi haksızlık olabilir. Dahası cinsel yoldan bulaşan hastalıklarda görülen belirtiler başka hastalıklarda da görülebilir ve yalnızca belirtilere dayanarak , tanı konmadan karşı tarafı suçlamak anlamsızdır.

Cinsel yolla bulaşan bir hastalığı olan kişinin hastalığın var olduğu zaman dilimi içinde ilişkide bulunduğu kişilere durumu bildirmesi ve bu kişilerin de kontrolden geçmeleri için uyarıda bulunması , tedavi bitene kadar , doktorun belirlediği süre içersinde hiçbir cinsel aktivitede bulunmaması ya da doktorun izniyle prezervatif koruyuculuğu altında ilişkide bulunması partner(ler)ine ve topluma karşı en önemli sorumluluğudur.

CİNSEL YOLLA BULAŞAN HASTALIKLAR BAŞLIĞI ALTINDA TOPLANAN HASTALIKLAR

Gonore ve Klamidyalara bağlı jinekolojik enfeksiyonlar

Genital ülser hastalıkları

Herpes Simpleks enfeksiyonu

Sifilis (Frengi)

Genital Kondilomlar (Genital Siğiller)

Hepatit B

AIDS

Yumuşak Şankr

Lenfogranüloma Venereum

Granuloma Inguinale

Molloskum Kontagiosum

Uyuz ve Bitlenme

Her hastalıkta tedavi yöntemleri farklı olmakla beraber , korunmada ortak yol cinsel eş seçiminde titiz olmak ve cinsel birleşme sırasında kondom (prezervatif=kaput) kullanmak önemlidir.

GONORE (BELSOĞUKLUĞU)



Neisseria gonrrhea adlı bir tür bakterinin neden olduğu gonore en sık rastlanan cinsel yolla bulaşan hastalıklardan biridir. Halk arasında belsoğukluğu olarak ta bilinmektedir. Özellikle cinsel yönden aktif gençleri hedef alması ve tedavi edilmez ise ilerleyerek kısırlığa yol açmasından dolayı oldukça önemlidir.

Düşük sosyoekonomik düzey, çok eşli cinsel yaşam, cinsel aktivitenin erken yaşta başlaması, hastalığın saklanması bazen de hiç belirti vermeden seyretmesi nedeniyle yayılımı oldukça fazladır. Hastalık en sık Güney ve Güneydoğu Asya ‘da görülmektedir. Son yıllarda Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan Bağımsızlıklarını Yeni Kazanmış Devletler de hastalığın giderek arttığı bildirilmektedir

Gonore’nin belirtileri nelerdir?

Gonore kadın hastaların % 80 inde herhangi bir belirti vermez. Belirti vermeyen kişilerin çoğu tedaviden yoksun kalır ve hastalığı bilmeden sağlam cinsel eşlerine de bulaştırırlar. Gonore’nin hasta bir kadından cinsel eşine bir tek ilişki ile %20, daha fazla ilişki ile % 60-80 bulaşma riski ile hasta bir erkekten cinsel eşine bir tek ilişki ile % 50, daha fazla ilişkide % 90 bulaşma riski vardır. Cinsel ilişki ile kastedilen vajinal, anal ve oral ilişkilerdir.

Kadınlarda belirtilerin ortaya çıkması 1-3 hafta kadar zaman alabilir. Belirti veren kadınlarda , ilişki esnasında kanama , vajinadan fena kokulu akıntı olabilir. İdrar yaparken yanma ve ağrı vardır, sık sık az miktarda idrara çıkılır. İki adet arasında kanama şikayetleri vardır. Ayrıca gebe kadında gonore düşüklere ve erken doğumlara neden olabilir. Doğum sırasında bebeğe bulaşabilir ve bebeğin gözlerinde iki taraflı akıntı ile başlayan , körlüğe kadar varabilen Gonore göz hastalığına yol açar. Bu yüzden bütün yeni doğan bebeklerin gözlerine antibiyotikli damla damlatılır.

Erkeklerde belirtilerin ortaya çıkması , ilişkiden 2-14 gün sonra kendini göstermeye başlar. Önce idrar yolunda sızlama , ardından ağrılı idrar yapma gibi şikayetler ortaya çıkar. İlk olarak süt kıvamında olan akıntı daha giderek koyu cerahat görüntüsünü alır.

Gonore’nin anal ilişki ile bulaşması halinde anüs bölgesinde ve dışkılama sırasında rahatsızlık duyulur.

Oral seks de bulaşma yolu olabilir. Böyle hallerde boğazda ve bademciklerde kızarma , iltihaplanma, yutkunurken ağrı gibi şikayetler görülebilir.

Gonore’nin tanısı çok basittir. Hastalık belirtileri ile gelen kişilerin akıntılarından alınacak bir örnek mikroskop altında incelenir. Kültürde bakteri üremesiyle ilgili antibiyotik kullanılarak tedavi edilir. Doktorun belirleyeceği bu antibiyotikler , yine doktorun belirleyeceği doz ve sürede kullanılarak hastalıktan kurtulmak mümkün olmaktadır. Cinsel eşinde muayenesi ve gerekirse tedavisi gerekmektedir. Gonoreli hastalar ve cinsel eşleri hastalık tam tedavi oluncaya kadar cinsel ilişkiden kaçınmalıdır.

Gonore zamanında ya da etkisiz ve tam tedavi edilmediğinde kadınlarda önemli sağlık sorunlarına neden olur. Yumurta kanallarının iltihaplanması sonucu kısırlık, dış gebelik gelişebilir. Karnın alt kısmında kronik ağrı şikayeti olabilir. Erkek hasta tedavi edilmediğinde sperm yollarında iltihap ve bunun sonucunda kısırlık ortaya çıkabilir

Gonoreden nasıl korunulur?

Cinsel ilişkide kondom kullanılması en önemli koruyucu güvenlik önlemidir.
Cinsel eş sayısının artması hastalık bulaşma riskini de arttırır.
Hastalık belirtisi olmadan da bulaşma olabileceği akıldan çıkmamalıdır.

KLAMİDYALARA BAĞLI JİNEKOLOJİK ENFEKSİYONLAR

Klamidya bakterisi gerek kadında ve gerekse erkekte ürojenital sistem (idrar yolu ve üreme sistemi) iltihabına neden olabilir. Vaginal ya da anal ilişki ile bulaşabilir. Belirtileri belsoğukluğuna benzemekle birlikte daha hafiftir.

İdrar yaparken ağrı ve yanma
Kadınlarda vajinal akıntı
Erkeklerde üretral akıntı
Hiçbir belirti vermeme gibi semptomları olan bir hastalıktır.

Mikroplu salgı bulaşmış ellerin gözlere sürülmesiyle hastalık gözlere de bulaşabilir. Hastalık mikrobu taşıyan annelerin vajinal salgılarının doğum sırasında bebeklerin gözlerine bulaşması gözlerde körlüğe kadar götürebilen ciddi iltihaplanmalara yol açar. Özellikle sosyoekonomik gelişmesini tamamlamamış ülkelerde en çok körlük nedeni klamidya enfeksiyonlarıdır.

Hastalığın teşhisi için kadınlarda idrar yolu yada vajinal akıntının tahlili , erkeklerde ise idrar yolu akıntılarının ya da spermin tahlili gerekir. Tedavi antibiyotiklerle yapılır. 1-2 hafta içersinde enfeksiyon kaybolur. Reenfeksiyonu önlemek için eşlerin birlikte tedavileri şarttır.

HERPES SİMPLEKS ENFEKSİYONU (Genital Uçuk Hastalığı)



Dudaklarda ve dudak çevresinde görülen uçuğa benzer lezyonların çok sayıda ve gruplaşmalar şeklinde ve çok daha şiddetli belirtilerle genital bölgelerde ortaya çıkmasıdır. Dudak uçuğuna yol açan Tip 1 herpes Simpleks virüsü tarafından oluşturulabileceği gibi daha sık olarak cinsel temasla da HSV 2 tarafından oluşturulur.

Virüs bir kez vücuda yerleştiğinde belli dönemlerde tekrarlayıcı enfeksiyonlara yol açar. İlk enfeksiyon oldukça ağrılı ve kaşıntılıyken , ikinci ve sonraki enfeksiyonlarda daha hafif belirtiler gözlenir.

Bu enfeksiyonun kadın açısından en önemli özelliği , gebelik döneminin sonlarında ortaya çıktığında, doğum kanalından bebeğe ulaşarak bebeğin hayatını tehdit eden enfeksiyonlara yol açma riski olması ve bu nedenle sezeryan doğumu gerektirmesidir.

Primer yani ilk kez ortaya çıkan bir genital herpeks enfeksiyonu , genital bölgede hafif bir kaşıntı ile birlikte kızarık bir döküntü şeklinde başlar. Çok kısa bir süre içinde (saatler içinde) bu kırmızı zemin üzerinde gruplaşmış su kabarcıkları (veziküller) şeklinde kabartılar ortaya çıkar, Bu kabarcıklar çok ince duvarlı olduklarından bazen hastalar tarafından hiç fark edilmeden yüzeysel yaralara dönüşebilirler.

Lezyonlardan önce ortaya çıkan kaşıntı , karıncalanma ve bacaklardaki ağrılar tipiktir. Deri belirtilerine bölgesel bezelerde şişme ve sistemik bulgular(ateş, halsizlik gibi) da eşlik edebilir.

Lezyonlar çok çabuk patladığından tanı için klinik görünümün yanında immünolojik kan tetkikleri , yara sıvısının incelenmesi ve kültürü gerekebilir.

Rekürran (tekrarlayıcı) genital herpes enfeksiyonları genellikle tedavi edilmemiş primer herpes enfeksiyonlarından sonra görülür. , Primer herpes enfeksiyonlarına göre daha hafif seyreder ve daha kısa sürerler.

Tedavi ve aşısı yoktur.

Uçukları temiz ve kuru tutmak ayrıca antiviral ilaçlar (Acyclovir) iyileşmeyi hızlandır. Çok inatçı tekrarlayıcı enfeksiyonlarda düşük doz antiviral ilaçlar uzun süre (3, 6, 12, 24 ay) kullanılabilir. Aktif ataklar sırasında cinsel temaslardan kaçınılmalıdır. Özellikle kadınlarda genital herpes’in serviks ve vajen kanseri riskini arttırdığı bilindiğinden bu hastalığa gerektiğinden daha da fazla önem verilmelidir

GENİTAL SİĞİLLER (Genital Kondilomlar)

Genital siğiller human papilloma virus (HPV) adı verilen virüsün cinsel temasla genital bölgeye yerleşmesi sonucu oluşan değişik sayı ve büyüklükte kitlelerdir. Virüs vücuda yerleştiğinde zaman zaman tekrarlayıcı enfeksiyonlara ve yeni kitlelerin oluşmasına neden olur. Kadında erkeğe göre daha sık belirti verir. Kitleler mikroskopla tanınabilecek kadar ufak olabilecekleri gibi , çok sayıda kitlenin yan yana gelmesiyle karnabaharı andıran bir büyüklükte olabilirler. HPV olağanüstü bulaşıcı bir virüstür ve gerçek cinsel birleşme olmaksızın yalnızca genital bölgelerin teması ve hatta umumi tuvaletlerden bile bulaşabilir.

Genital siğillerin tedavisinde kitlelerin cerrahi yöntemle çıkarılması, koter yardımıyla yakılması ya da kriyoterapi ile dondurulması, , ya da krem şeklinde ilaçlarla eritilmesi yöntemlerinden biri veya birkaçı birden uygulanabilir. Burada amaç görünen lezyonların tümüyle ortadan kaldırılarak kitlelerin tekrar oluşma riskinin ve bulaştırıcılığının azaltılmasıdır.

Genital siğillere bağlı olarak ortaya çıkan estetik problemler dışında HPV’nin en önemli özelliği virüsün bazı alt tiplerinin kanserojen özellikler taşımasıdır. HPV’nin çok sayıda alt tipi arasında Tip6ve Tip11 dışında çoğu alt tipin kanserojen özelliği vardır. Bu alt tipler genellikle siğil yapmadan sessiz bir şekilde vücuda girer ve hücrelerde kanserojen etkilerini başlatırlar. Bu virüsleri taşıyan erkeklerde penis kanseri oluşma riski , kadınlarda da serviks kanseri oluşma riski artmıştır.

En sık enfeksiyon yapan alt tipler kanserojen etkileri olmayan daha çok kitle oluşumu şeklinde belirti veren 6 ve 11 tipleri olmasına karşın HPV tanısı konmuş bir bireyde diğer alt tiplerin de bulunma ihtimali çok yüksektir. Bu yüzden enfeksiyonu taşıyan erkeklerin üroloji uzmanlarının tavsiyelerine göre hareket etmeleri, kadınların ise yıllık pap-smear testine ek olarak kolkoskopik incelenmeleri gerekmektedir.

YUMUŞAK ŞANKR (ULKUS MOLLE)

Epidemiyolojik olarak tüm dünyada yaygın olan bu hastalık yurdumuzda da zaman zaman küçük salgınlar yapmıştır.

Hemen hemen daima cinsel temasla bulaşan yumuşak şankr nadiren kaza ile oluşan dokunmalar sonucu yakın kimseler ve sağlık personelinde de görülebilmektedir.

Cinsel temastan genellikle 2-3 gün sonra genital bölgede önce kızarıklık ardından sivilce benzeri bir oluşum ve sonuçta ağrılı ülser şeklinde yaralar oluşur , zeminleri yumuşaktır. Sayıları genelde birden fazladır. Ülserler erkeklerde tüm genital bölgede , kadınlarda da yine tüm genital bölge , makat ve idrar yolları ağzında (üretra) yerleşebilir.

Hastaların yaklaşık % 30 ila % 50 ‘sinde her iki kasık bölgesinde ağrılı şişlikler oluşabilir, bunlar zamanla dışarıya akıntı yapabilirler.

Tanısı için yara kenarından alınan sıvının mikroskopik incelenmesi, bu sıvıdan kültür yapılması ve kan tetkikleri gerekebilir. Uygun antibiyotikler ile 2-3 haftada tam iyileşme sağlanabilmektedir.

LENFOGRANULOMA VENEREUM



Cinsel temastan 1 ila 3 hafta sonra genital bölgede su kabarcıkları ya da sert kabarcıklar şeklinde başlayıp ülserleşen yaralar görülür. Ağrısızdırlar. Yaralar erkekte tüm genital bölgede , makat ve idrar yolları ağzında , kadında da yine tüm genital bölge makat civarı ve idrar yolları ağzında görülebilir.

İdrar yaparken yanma ve makattan kanlı, iltihabi bir akıntı yapabilir. Tedavi edilmeyen hastalarda lenf damarlarının da tutulmasına bağlı olarak genital bölgelerde kalıcı şişliklere , makat iltihaplarına ve makatta darlıklara neden olabilir.

Genellikle tek taraflı , nadiren çift taraflı kasıklardaki bezelerde şişmeler görülebilir. Bu belirtilere ateş , kilo kaybı, eklem ağrıları , karaciğer ve dalakta büyümeler eşlik edebilir.

Tanı için özel deri testleri , immunolojik kan tetkikleri gerekebilir. Tedavi uygun antibiyotiklerle iki haftada mümkündür.

GRANÜLOMA İNGUİNALE

Özellikle erkeklerde ve homoseksüellerde daha sık görülen bir hastalıktır.

Cinsel temastan yaklaşık 6 hafta sonra genital bölgede ağrısız, kırmızı kabartılar ortaya çıkar ve bunlar büyüyerek ülserleşir, Ülserler tüm genital bölge , makat civarı ve kasıklara yayılırlar. Lezyonlar iz bırakarak iyileşirler.

Kasıklarda şişlikler ve bu şişliklerde gelişen karnabahar benzeri deri kabartıları da görülebilir. Bazen mide barsak sistemi ve kemiklerde de sorunlar oluşabilir.

Tanı yaradan alınan materyalin mikroskopik incelenmesi ve kültürü ile konulur.

Tedavisi uygun antibiyotiklerle 10-15 günde gerçekleşebilmektedir.

MOLLOSKUM KONTAGİOSUM

Bir virüs enfeksiyonu olan molloskum kontagiosum bir zamanlar en çok çocuklarda görülürken, daha sonra gitgide artan cinsel temasla bulaşan bir hastalık haline gelmiştir.

Her iki cinste, özellikle kasıklar, genital bölgeler ve makat civarında, inci taneleri gibi , sivilce benzeri ama sivilceden daha sert , göbekli kabartılar şeklinde görülür. Hızlı bir şekilde tüm vücuda yayılabilirler.

Kabartılar pensetle tek tek toplanarak , elektrokoter ile yakılarak ya da kriyoterapi ile dondurularak tedavi edilebilirler.

SİFİLİZ (FRENGİ)



1500’lü yıllardan 1900’lü yılların başına kadar batı dünyasını kasıp kavuran ve dolaşım sistemi ile sinir sisteminde kalıcı harabiyetlere sebep olan frengi 2. Dünya Savaşından sonra keşfedilen güçlü antibiyotikler sayesinde büyük ölçüde önemini yitirmişken AIDS hastalığının yaygınlaşması ve frengi ile HIV enfeksiyonu arasında yakın ilşkisi olması nedeniyle yeniden ilgi odağı haline gelmiştir. Özellikle Kuzey Amerika’da görülme sıklığı giderek artmaktadır.

Hastalık Treponema Pallidium adı verilen bir bakteri tarafından yapılır. Yapılan onca araştırmaya rağmen hala daha bu mikroorganizmayı üretebilecek bir kültür ortamı bulunamamıştır. Görülme sıklığı konusunda çok değişken raporlar vardır. Sosyoekonomik düzeyi düşük topluluklarda daha sık görülür. Vakaların çoğu 15-30 yaş arasında , birden fazla partneri olan kişilerdir.

Hastalık bulaşma yolları AIDS ile aynıdır. En sık heteroseksüel ya da homoseksüel ilişki ile bulaşır. Bir diğer bulaşma yolu ise enfekte kan kan ürünleri ile temastır. Birden fazla kişinin kullandığı iğneler, uyuşturucu bağımlılarında hastalığın kolayca yayılmasına olanak sağlar. Plasentadan kolayca geçtiği için hasta bir gebe mikrobu karnındaki bebeğine bulaştırabilir.

Hastalık evreler halinde ilerler ve her evrede değişik bulgular verir.

Primer Sifiliz: Hastalık etkeni ile temastan sonra genital bölgede ağrısız bir ülser belirir. Bu lezyona şankr adı verilir. Yine kasık bölgesindeki lenf düğümlerinde büyüme olur ancak bu lezyonlarda da ağrı görülmez. Ciddi şkayet yaratmadığı için hastaların çoğu bu belirtileri önemsemez. Lezyonlar tedavi edilmediği takdirde 6-8 haftada kendiliğinden kaybolur. Tedavi görmeden yaraların kaybolması hastalığın iyileşmesi anlamına gelmez Bu devrede tedavi edilmeyen hastalarda hastalık ilerler.

Sekonder Sifiliz: Hastalık şankr döneminde tedavi edilmez ise , yaraların ortaya çıkışından 3-6 hafta içinde ellerde ayaklarda ve vücudun diğer kısımlarında kırmızılıklar (döküntüler) oluşur. Bu kırmızılıkların olduğu bölgelerde de bakteriler bulunmaktadır. Bakteri fiziksel temas sonucu , bu bölgelerdeki yara sıyrık gibi kısımlardan sağlam kişiye bulaşabilir. Bu döküntüler 4-12 hafta içinde kaybolur. %1 civarındaki vakada karaciğer iltihabı, böbrek hastalıkları, menenjit görülebilir. Genital bölge civarında nemli, düz kondiloma lata adı verilen yüksek bulaşıcılığa sahip lezyonlar ortaya çıkar. Kısmi saç dökülmesi, ağız, boğaz ve vajinada ülser ortaya çıkabilir. Tedavi edilmeyen vakalarda dahi , bu belirtiler kendiliğinden kaybolabilir.

Gerek Primer , gerekse sekonder dönemde tedavi edilmeyen frengi vakalarının üçte birinde , hastalık uzunca bir dönem sessiz kaldıktan sonra daha ileri bir döneme girer . Bakteri kalp, gözler, beyin, sinir sistemi , kemikler, eklemler başta olmak üzere vücudun birçok yerinde hasarlara sebep olur.

Latent Sifiliz: Tedavi edilmediği takdirde sekonder sifilizin belirtileri de kendiliğinden kaybolur ve sessiz enfeksiyon halini alır. Bu durumda hastalık sadece yapılan kan testlerinde saptanabilir. Bu süre zarfında mikroorganizmalar yavaş yavaş çoğalmaya devam etmektedir. Zaman geçtikçe kişin hastalığı bulaştırıcılığı giderek azalır.

Tersiyer Sifiliz: İlk enfeksiyondan yaklaşık 10 yıl sonra ortaya çıkar . Hiçbir dönemde tedavi edilmeyen vakaların %35 inde tersiyer sifiliz ortaya çıkar. Tersiyer bulgular üç kategoride saptanır
Kardiyovasküler lezyonlar: %10 vakada görülür. Aortta balonlaşma, kalp kapakçıklarında yetmezlik gibi bulgular olur.

Nörolojik lezyonlar: Göz, beyin zarları gibi sinir sistemi organlarına hasar verir.
Diğer Sistemik lezyonlar: Diş, dişetleri , kas ve iskelet sistemi ve iç organlarda lezyonlar görülür.
Hastalık kalıcı sakatlıklar bırakabildiği gibi tedavi edilmezse öldürücü olabilmektedir.

Frenginin etkeni olan mikroorganizma kültürlerde üretilemediği için tanıda en yaralı yöntem kan testidir. Kanda yapılan serolojik testler ile antijen ve antikorlar aranır. Taze yaralardan alınan örneklerin özel floresanlı mikroskoplar altında incelenmesi ile Treponema Pallidium görülebilir. Beyin omurilik sıvısından alınan örneklerle serolojik testler yapılabilir.

Hangi evrede olursa olsun sifilizin tedavisinde antibiyotikler ve penisilin kullanılır. Tedaviye başlandıktan sonra hasta 24 saat içinde hastalık bulaştırıcılığını yitirir.

Frengiden korunma yolları:
Cinsel ilişkide kondom kullanmak
Cinsel eş sayısının artması ile birlikte hastalık bulaşma riski de artacağından , partner seçiminde titiz davranmak
Hastalık belirtisi olmadan da bulaşma olabileceğini unutmamak.
Kan nakillerinde gerekli testlerin yapılıp yapılmadığının kontrolünü unutmamak

Frenginin tedavisi ve bu çağda hastalığın yok olması için halen aşı ve tek dozluk antibiyotik tedavisi çalışmaları yapılmaktadır.

UYUZ (SCABİES) VE BİTLENME (PEDİKÜLOZ)



Her ne kadar yalnızca deride , özellikle geceleri ve sıcakla artan kaşıntı ve eller , karın, kalçalar, göğüs ile bacak iç yüzlerde kaşıntılı döküntülerle karakterize olmasına karşın , uyuzun en tipik ve muhtemelen en erken bulguları özellikle erkeklerde genital bölgede yerleşen deriden kabarık şeffaf , sivilce benzeri kaşıntılı kabartılardır. Çok kaşıntılı olmaları nedeniyle kısa sürede ülser yaralar haline dönerler. Zeminleri sert olan bu ülserler uyuz şankrı adı verilir ve bazen frengi ile diğer cinsel temasla bulaşan hastalıkların ülserleriyle karıştırılabilir.

Bitlenme de özellikle kasık bitleri yakın temas ile karşı tarafa bulaşır.

Hasta kaşıntısı olsun olmasın tüm yakın aile bireylerinin tedavisi ile kişisel ve ortak kullanılan eşyaların dezenfeksiyonunu gerektirdiğinden tedavisi oldukça zahmetlidir. Fakat kurallara uyulduğunda iyileşme tamdır.

HEPATİT- B (B TİPİ SARILIK)

Hepatit B aynı adlı virüsün karaciğere yerleşip orda çoğalarak karaciğeri tahrip etmesi ile ortaya çıkan bulaşıcı bir hastalıktır.

Hepatit B virüsü bir DNA virüsüdür. Bu virüsün üç adet antijenik yapısı mevcuttur. Virüs dış kısmında yani zarf kısmında eskiden Avustralya antijeni denilen Hepatit B Surface Antigen mevcuttur. Virüsün nükleoplasit denilen merkez kısmında ise iki önemli antigenic yapı vardır. Bunlar Hepatit B Core Antigen ve Hepatit B Antigenidir.

Hepatit B Türkiye'de ve Dünyada önemli bir sağlık sorunudur. Bugün dünyada yaklaşık iki milyar kişinin Hepatit B’ye yakalandığını biliyoruz. Bunun yanında 350 milyon kişi bu virüsü kronik olarak taşımaktadır. Ülkemizde de durum farklı değildir. Türkiye'de bugün yaklaşık her üç kişiden yaklaşık biri Hepatit B virüsü ile karşılaşmıştır. Yine her 10 kişi, den biri Hepatit B virüsünü taşımakta ve bulaştırmaktadır. Hastaların % 75-80’inde hiçbir belirti görülmez.

Hepatit B belli başlı üç yolla bulaşır.
Virüsü taşıyan kişilerle cinsel temasta bulunma.
Virüsü taşıyan kişilerin kan ve vücut sıvıları ile temas etme.
Virüsü taşıyan hamile kadınlardan doğum sırasında bebeklerine bulaşmasıdır.

Hepatit B virüsü AIDS’ten 50 ila 100 kat daha bulaşıcıdır. Derideki bir çatlak ya da açık yara ile temas eden bir damla kan ya da tükürük bile hastalığın bulaşmasına yeterli olabilmektedir. Kan ve Kan ürünlerinin kullanımı , kirli enjektörler, cerrahi müdahale, manikür pedikür setleri, traş bıçakları Hepatit B virüsünün bulaşmasına aracılık edebilmektedirler. Steril olmayan aletlerle yapılan sünnet ve kulak delme gibi işlemler de Hepatit B’nin bulaşması için önemli risk oluştururlar.

Bu virüs ile temas eden her 10 bebekten 9’u ve her 10 erişkinden 1 ‘i belli bir süre sonunda (yaklaşık 6 ay) mikrobu vücudundan atmayı başaramaz. Bu durumda kişi virüsü yaşam boyu vücudunda taşıyacak ve etrafa yayacaktır. Ayrıca taşıyıcılarda hastalık durumu farklılıklar gösterir. Bazı kişilerin karaciğerlerinde önemli değişiklikler meydana gelmezken, bazılarının karaciğer hücrelerinde ağır hasrın ortay çıktığı tablolar oluşabilir. Bu gruptaki bireylerde , yıllar sonra siroz ve karaciğer kanseri görülebilir.

Hepatit B ‘de risk birçok bulaşıcı hastalıktan çok farklıdır. , çünkü kronik hepatitlilerin %25’i primer karaciğer kanseri ve siroz nedeniyle ölmektedir. Çünkü Hepatit B tüm dünyadaki primer karaciğer kanserlerinin %60-%80’inden sorumludur. Ve primer karaciğer kanserleri kanser ölümleri içinde ilk üç sırada yer almaktadır. Hepatit B virüsü sigaradan sonra bilinen en yaygın kanser nedenidir.

Kronik Hepatit B taşıyıcıları tamamen sağlıklı görünürler . Taşıyıcılığı saptayabilmek için kanda Hepatit B yüzey antigeni saptanmasıyla taşıyıcılar ayırt edilebilirler.

Taşıyıcıların % 50’si belirtisiz olarak sadece virüsü taşır. Karaciğer biyopsisi yapılırsa bu kişilerin bir kısmında Kronik Persistan Hepatit adı verilen bir tablo görülür. Bu hastalık nispeten selim seyretmekle birlikte herhangi bir zamanda kronik aktif hepatit haline dönüşebilir.

Taşıyıcıların %50 ‘sinde Kronik Aktif Hepatit adı verilen kronik karaciğer hastalığı gelişir. Bu hastalığın geliştiği kişilerin % 25 ‘inde karaciğer kanseri ortaya çıkar.

Kronik taşıyıcılar cinsel eşlerine Hepatit B bulaştırabilirler.

Kronik taşıyıcı annelerden doğan bebeklere Hepatit B bulaşır.

Kronik taşıyıcılarla aynı evi paylaşanlarda Hepatit B’ye yakalanma oranı , normal popülasyona kıyasla 2-4 kat daha fazladır.

Hastalığa yakalanan kişilerin ancak yarısında sarılık ortaya çıkar . Hastaların % 65 ‘inde grip benzeri belirtiler görülür. Geriye kalanlarda hastalık belirtisiz seyreder. Klinik olarak sarılık gelişse de gelişmese de hastaların %90 ‘ı tamamen iyi olur. İyileşen kişiler yaşamlarının sonuna kadar hastalığa bağışıklığı kalır.

Kesin tedavisi olmayan bu hastalığa karşı en etkili korunma yolu aşılanmadır. 1980’li yıllarda çıkan Hepatit b aşıları , bu virüsü taşıyan kişilerin kanından elde edilirken, günümüzde kullanılan aşılar genetik mühendislik yöntemleriyle bakteri hücrelerinden elde edilmektedir.

Her iki tipteki Hepatit B aşısının da güvenilirliği tamdır. Aşıya bağlı karaciğer hastalığı meydana gelmesi veya başka bir hastalık bulaşması söz konusu değildir. Sık görülen yan etki , aşının yapıldığı bölgede birkaç gün sürebilen ağrı , kızarıklık ve şişliktir. Çok nadiren halsizlik bildirilmiştir.

Aşının tam etkili olabilmesi için 0, 1. 6 aylarda toplam 3 doz yapılması gerekir. Üç doz uygun aşılamadan sonra aşının koruyucu etkisi ortaya çıkar.

KAZANILMIŞ BAĞIŞIKLIK YETMEZLİĞİ SENDROMU (AIDS)



AIDS (Kazanılmış Bağışıklık Yetmezliği Sendromu) virüs yoluyla bulaşan bir hastalıklar bütünüdür. Bireye HIV (İnsan Bağışıklık Yetmezliği Virüsü) bulaşması sonucunda , vücudun savunma gücü zayıflar ve birey bazı mikrop ve hastalıklara sağlıklı kişilerden daha duyarlı hale gelir. Sonuçta birden fazla hastalık ve kanserlerin ortaya çıkması ile AIDS tablosu oluşur ve hastalık mutlak ölümle sonuçlanır.

HIV nasıl bulaşır?

HIV kandan başka erkeğin sperminde, kadının vajina salgısında bulunur ve cinsel ilişki sırasında vajinadan, penisten, anüsten ve ağızdaki zedelenmiş doku ve çatlaklardan vücuda girerek , erkekten kadına, kadından erkeğe, erkekten erkeğe, kadından kadına bulaşır.
HIV , hasta veya taşıyıcı anneden bebeğine, gebelik, doğum ve emzirme sırasında bulaşır.
HIV taşıyan bir kişiden , taşımayan diğerine , prezarvatif kullanmadan yapılan her türlü cinsel ilişki ile mikrobun geçme riski vardır.
HIV taşıyan kan yoluyla mikrop bulaşabilir. Kan ve kan ürünleri , organ ve doku nakli ile , traş bıçağı , diş fırçası ve enjektör paylaşımı ile , kesici ve delici aletlar yolu ile bulaşır.

HIV bulaşmadığı durumlar

HIV günlük yaşamda aynı odada, aynı büroda , sınıfta bulunmakla , aynı havayı solumakla bulaşmaz.
Masum öpüşme , dokunma, sarılma , öksürük , aksırık, tükürük ve el sıkışmayla bulaşmaz.
HIV sağlam deriden geçemez.
Yiyecek içecek çatal kaşık bıçak tabak telefon, çeşme musluğu , tuvalet, duş ortak kullanımıyla bulaşmaz.
AIDS günlük yaşamdaki olağan davranışlarla bulaşmaz.
Sivrisinek ve diğer böceklerin sokması ve hayvanlarla temasla da bulaşmaz.

AIDS’ e yakalanan insanın vücuduna AIDS virüsü (HIV) yerleşir. Vücutta HIV’e karşı 2-3 ayda antikorlar oluşur. Bu antikorlar kan serumunda antikor testi (ELISA) yapılarak saptanır. Test yaptırmak isteyen AIDS Danışma Merkezine başvurarak bilgi almalı ve kendi iradesi ile test yaptırma kararı vermelidir. Test anonim yapılır, ad ve adres alınmaz . Testin pozitif oluşu , kişinin AIDS ‘e yakalandığını gösterir. Bu kişiye seropozitif veya HIV pozitif denir ve yaşamının sonuna kadar virüs taşıyıcısı olarak kalır. HIV pozitif kişi hastalık belirtileri yıllar sonra ortaya çıkıncaya kadar sağlıklı görünür. , fakat virüsü başkalarına bulaştırabilir

HIV virüsü insanın vücuduna girdiğinde en çok T4 adı verilen beyaz kan hücrelerine yerleşerek çoğalır. HIV T4 hücrelerinin ölümüne sebep olur. Bu hücrelerin ölümü vücut direncini azaltır ve sonuçta AIDS hastalığının belirtileri ortaya çıkar.

AIDS hastalığının başlıca belirtileri şunlardır:

Gece terlemeleri
Sürekli ishal ve aşırı kilo kaybı
Koltuk altı, kasık boyun ve lenf bezlerinde şişlik
Öksürük ve akciğer şikayetleri
Uçuk , zona , ağizda pamukçuk
AIDS hastalarında yukarıda sayılan çeşitli belirtiler yanında:
Merkezi Sinir Sistemi hastalıkları
Kanser (Karpoksi Sarkomu, Lenfoma)
Bazı mikropların sebep olduğu enfeksiyonlar görülebilir.

AIDS tanısı konulan hastalar birkaç yıl içinde ölmektedir. Hastalığın başlangıcında tedavide AZT(Zıdovudıne) ve DDI gibi ilaçlar kullanıldığında yaşam süresi yıllarca uzayabilir.

AIDS ‘e karşı aşı henüz bulunamamıştır.



AIDS ‘ten Korunma:

Cinsel ilişkilerde koruyucu Latex kondom kullanmak
AIDS virüsü taşımayan kişi ile karşılıklı sadakate dayalı ilişki kurmak.
Kan naklinde AIDS testi yapılmamış , kontrolsüz kan asla kullanılmamalıdır.
Kullanılmış ve dezenfekte edilmemiş şırınga , iğne, cerrahi aletler, jilet kesinlikle kullanmamalıdır.
Kuaför ve berberlerde traş, manikür ve pedikür sırasında kullanılan aletler yoluyla hastalık bulaştırabilirler. Bunun için işi yapanların çalışırken eldiven kullanmaları en iyisidir. Ayrıca ellerin bol su ve sabunla yıkanması mikroplardan arındırmanın en iyi yoludur. Eller yıkandıktan sonra Hibisel ve Sporocidin Losyon gibi bir antiseptik madde kullanılması uygun olur. İşlem sırasında yaralanan ellere Batticne, Betadine, Isosol , Polyod gibi antiseptik maddeler uygulanmalıdır.

AIDS virüsünü öldüren diğer dezenfektan maddeler:

Çamaşır suyu, Bacteranios D, Cidex, Mikrozid Liquıd, Hibisel, Setridif, klorheksol, Lysoformin, Hylox, Presept, Betadine Gargara, Kodan Tinktur Forte. Bu maddeler eczanelerde , kullanışları prospektüslerinde yazılı olarak satılırlar.

Cinsel yolla bulaşan hastalıklar eski çağlardan beri varolan ve güncelliğini hiçbir zaman kaybetmemiş hastalıklar grubundandır. İlerleyen değişik dönemlerde bu grupta yeni hastalıkların güncellik kazanmalarıyla da halen giderek artan önemli bir tıbbi ve halk sağlığı problemi olmaya devam etmektedirler.

Cinsel yolla bulaşan hastalıkların artış nedenlerine göz atıldığında :eğitim yetersizliği, toplumun sosyoekonomik yapısında meydana gelen bozukluklar(ahlak kavramındaki değişiklikler, göçler, iç ve dış turizm, gittikçe zorlaşan, bazı çevrelere göre de gittikçe kolaylaşan hayat şartları, uyuşturucu ve alkol alışkanlıklarının artması gibi), fahişelik, gizli fahişelik, eşcinsellik, genelev ve gizli buluşma yerleri ile mücadele ve kontrollerin yetersizliği, ilaçlar ile gebe kalma korkusunun ortadan kalkması gibi nedenler yer almaktadır.



CİNSEL YOLLA BULAŞAN HASTALIKLARDAN KORUNMA

Cinsel yolla bulaşan hastalıklardan bireysel düzeyde korunmanın en etkili yolu hastalık riski taşıyan şüpheli kişilerle (hayat kadınları, hayat kadınlarıyla birlikte olduğu bilinen kişiler , çok sayıda partneri olan ya da olmuş kişiler) ilişkiye girmekten kaçınmaktır.

Ancak unutulmamalıdır ki bariz olarak şüpheli görünmeyen birinden de hastalık bulaşabilir. O yüzden hakkında tam bir bilgi sahibi olunmayan bir kişiyle ne kadar temiz görünürse görünsün ilişkide prezervatif kullanmak şarttır.

Prezervatifler arasında latex yapılı olan ve spermisid içerenler tercih edilmelidir. (çünkü spermisidlerde aynı zamanda mikroorganizmaları etkisiz hale getirebilme özellikleri de bulunmaktadır)

Prezervatif kullanımı yıllar boyu erkeklerin tekelinde ve inisiyatifinde kalmıştır. Son yıllarda kadınların kullanımına uygun olarak geliştirilen prezervatifler Amerika ve bazı Avrupa ülkelerinde kullanılmaya başlamıştır.

Ne kadar etkili korunma olursa olsun cinsel yolla bulaşan hastalıklar açısından herkes risk altındadır. Bu hastalıkların çoğunda erken tanı ve tedavi hem kişinin sağlığının tekrar oluşturulması , hem de hastalığın daha çok bulaşmasının engellenmesi açısından önemlidir.

Bireyin cinsel yolla bulaşan hastalıklar grubunda yer alan hastalıkların genel belirtilerini bilmesi ve aşağıdaki belirtilerden bir veya daha fazla olduğunda çekinmeden doktora başvurması önemlidir.

Erkekler için: Genital akıntı, Genital bölgede siğil , ülser tipi lezyonlar, İdrar yaparken yanma,
Şüpheli biriyle ilişkiye girmiş olmak.

Kadınlar için: Kasık ağrısı ve beraberinde akıntı, Tek başına akıntı, İdrar yaparken yanma,
Genital bölgede siğil, ülser tipi lezyonlar, Şüpheli biriyle ilişkiye girmiş olmak.

Bitkilerde Suyun Taşınması - Bitki fizyolojisi ve özellikleri

0 yorum
Sponsorlu Bağlantılar

Hücreler yaşamlarını devam ettirebilmek için gerekli olan besin ve oksijeni dışardan almak, metabolizma sonucu meydana gelen azotlu artıkları ve karbondioksiti uzaklaştırmak zorundadır. Yüksek yapılı canlılarda besin ve oksijenin bütün hücrelere taşınması ve hücrelerde oluşan metabolizma artıklarının boşaltım organlarına taşınarak dışarıya atılmasını sağlayan sistem taşıma sistemidir. Tek hücreli ve koloni gibi canlılarda özelleşmiş bir taşıma ve dolaşım sistemi yoktur. Bu canlılarda hücreye maddelerin alınması ve hücredeki maddelerin dışarıya verilmesi difüzyon, aktif taşıma ve osmoz gibi olaylarla gerçekleştirilir.

Sularda yaşayan bir hücreli yeşil algler, fotosentez için gerekli maddeleri ortamdan difüzyonla alır. Yüksek yapılı bitkilerde ise bunu sağlayan yaprak, kök ve taşıma sistemi elemanları gelişmiştir. Taşıma sistemini odun boruları (ksilem) ve soymuk boruları (floem) oluşturur.

Bitkilerde Suyun Taşınması

Odun Boruları ( Ksilem )

* Hücreleri ölüdür (lignin birikimi nedeniyle)

* Su ve mineral taşır.

* Aşağıdan yukarıya tek yönlü taşıma vardır.

* Etrafında canlı parankima ve destek hücreleri vardır.

* Çapı geniş olanlara trake, dar olanlara ise trakeid denir.

Suyun topraktan emici tüylerle alınıp kökteki iletim demetleriyle yapraklara kadar taşınmasını sağlayan faktörler:

1. Kök basıncı
2. Terleme ve kohezyon kuvveti
3. Kılcallık olayı


1. Kök Basıncı

* Kök hücrelerinde organik madde konsantrasyonunun yüksek tutulması ile kök osmotik basıncı toprak osmotik basıncından yüksek hale getirilir.

* Buna bağlı olarak topraktaki su ve mineraller osmoz ile emici tüylere ve oradan odun borularına geçer. Bu sayede aşağıdan yukarıya doğru bir itme kuvveti doğar (kök basıncı).

* Kök basıncı ile su en fazla 30 m yüksekliğe çıkabilir.

* Otsu bitkilerde kök basıncı yeterlidir, ancak uzun bitkilerde diğer faktörler de etkili olur.

Toprak uzun süre sulanmazsa, toprak partiküllerinin osmotik basıncı artar. Toprak osmotik basıncı kökten daha fazla olur. Böylece bitki topraktan su alamadığı için tepeden başlayarak kurur.

2. Terleme ve Kohezyon Kuvveti

* Bitkinin yapraklarındaki gözeneklerden su kaybetmesine terleme (transpirasyon) denir.

* Bitki terleme ile su kaybettikçe kohezyonun (aynı cins moleküller arası çekim kuvveti) etkisiyle bitkide kaybolan su bir alttaki su molekülünü çeker, böylece alttan yukarıya doğru taşınan kopmaz bir su sütunu oluşur.

Unutulmamalıdır ki su ve minerallerin taşınmasında en etkili olan faktör terleme ve kohezyon kuvvetidir.

3. Kılcallık

* Aynı cins moleküllerin birbirlerini çekmeleri gibi farklı cins moleküller arasında da bir çekim bulunur. (Örneğin bir yüzey yıkandığında suyun damlalar halinde akmadan yüzey üzerinde kalmasını sağlayan bu kuvvettir.)

* Eğer yeterince ince bir boru bir sıvının içine daldırılırsa sıvı molekülleri ile boruyu oluşturan maddeye ait moleküller arası çekim nedeniyle sıvı yerçekiminin tersi yönde bu boru içinde yükselebilir.

* Odun borularının ince (kılcal) olması borular içindeki suyun yerçekimi nedeniyle kazandığı ağırlığı azaltır.

* Böylece bitki suyu yapraklara kadar kök basıncı ve terleme gibi olaylar yardımıyla taşıyabilir.

* Su moleküllerinin birbirini çekmesi (kohezyon) suyun bir sütun şeklinde taşınmasını sağlar.

Suyun taşınmasında etkili olan faktörlerin etkinlik sırası:

Terleme ve Kohezyon Kuvveti › Kök Basıncı › Kılcallık Olayı

Bitkilerde Terlemenin Sonuçları:

* Terleme ile kaybedilen su yaprak osmotik basıncını arttırır ve yapraklarda emme kuvveti oluşur. Bu basınç suyun köklerden yapraklara taşınmasına yardım eder.

* Yapraklarda atılan su saf sudur. Topraktan minarelli suyun alınabilmesi için bu suyun atılması gerekir (su sirkülasyonu). Böylece bitki yaprakları saf suyu kaybetmiş, yerine mineral madde bakımından zengin su almış olur. Bitki fotosentez olayında mineral maddeleri kullanır.

* Yaprak yüzeyinin soğutulması için bitki terler. Böylece yaprak uygun sıcaklıkta tutulur, enzim etkinliği devam eder.

Terlemeyi etkileyen faktörler

1. Çevresel Faktörler:
Işık, nem, sıcaklık, rüzgar, topraktaki su miktarı

2. Bitkisel Faktörler: Stomaların yapısı, büyüklüğü, dağılışı ve turgor durumu, yaprak alanı, yaprağın yapısı, kutikula tabakasının kalınlığı, tüylerin varlığı ve sıklığı, yaprak hücrelerinin osmotik basıncı, sitoplazmanın su kapasitesi

Terleme olayında havanın bağıl nemi önemlidir, bağıl nem fazlaysa terleme hızı düşer. Bu nedenle nemli bölge bitkileri terleme hızını arttırmak için gözenek sayısını ve yaprak yüzeyini arttırmışlardır (adaptasyon).

Bitkilerde Organik Besinlerin Taşınması

Yapraklarda fotosentezle oluşan glikoz ve kökte oluşan aminoasit gibi organik besinler bitkinin diğer kısımlarına soymuk borularıyla taşınır.

Soymuk Boruları

* Hücreleri canlıdır

* Organik besinleri taşır

* Taşıma çift yönlüdür

* Etrafında arkadaş ve destek hücreleri

Soymuk borularının hücreleri canlı olduğu için iletim hızı odun borularına göre yavaştır. İletim difüzyon ve aktif taşımayla olur. Su ve organik maddelerden başka tuz ve diğer erimiş maddeler hem odun hem soymuk borularıyla taşınır.

Bitki yapraklarında sentezlenen karbonhidratlar(glikoz) köke taşınarak burada azot tuzlarıyla birleştirilip amino asitlere dönüştürülür. Kökte oluşan bu aminoasitler bitkinin ihtiyacına göre üst kısımlara taşınabilir. Bu nedenle soymuk borularında madde iletimi çift yönlüdür.

BİTKİNİN KISIMLARI

1. Kök


* Topraktaki su ve minarelerin alınmasında kökte bulunan emici tüyler görevlidir. Emici tüyler kökteki epidermis hücrelerinin farklılaşarak dışa doğru uzamasıyla meydana gelen kısa ömürlü yapılardır.

* Emici tüylerdeki organik madde yoğunluğu toprak suyundaki çözünmüş madde yoğunluğundan büyüktür. Böylece toprak emici tüy hücrelerine göre hipotonik kalır.

* Su çok yoğun olan topraktan az yoğun olan emici tüylere osmos ile geçer ve kabuk kısmını oluşturan parankima hücrelerinden odun borularına ulaşır.

* Emici tüyler kökün toprakla olan emilme yüzeyini arttırır. Kurak bölge ve tuzlu topraklarda yaşayan bitkilerin emici tüylerindeki osmotik basınç diğer bitkilere göre daha fazladır.

2. Gövde

Bitkinin gövdesinde odun ve soymuk borularının yerleşimi farklıdır.

I. Monokotiledon (Tek Çenekli =Tek Yıllık) Bitkilerde odun ve soymuk boruları:

* İletim demetleri dağınıktır

* Odun boruları ve soymuk boruları arasında kambiyum yoktur (Kapalı demet)

* Bu bitkiler genellikle tek yıllık otsu bitkilerdir.

* Kökleri yüzeysel ve yayvandır.

* Yapraklarında iletim demetleri paralel damarlanma gösterir.

* Tohumlarında tek çenek yaprağı bulunur.

II. dikotiledon (Çift Çenekli= Çok Yıllık) Bitkilerde odun ve soymuk boruları:

* İletim demetleri halkasal dizilmiştir

* Odun boruları ve soymuk boruları arasında kambiyum bulunur (açık demet)

* Dıştan içe doğru; kabuk mantar, soymuk boruları, kambiyum, odun boruları, öz kısmı bulunur.

* Kökler kazık ve yerin derinine doğrudur.

* Bu bitkiler genellikle çok yıllık odunsu bitkilerdir.

* Yapraklarında ağsı damarlanma görülür.

* Tohumlarında çift çenek yaprağı bulunur.

3. Yapraklar

* Yapraklar gövdenin yan tomurcuklarından gelişir. Çoğunda meristem doku bulunmadığı için büyümeleri sınırlıdır. Yaprakta; yaprak kını, yaprak sapı ve yaprak ayası olmak üzere 3 kısım vardır. Bir yaprakta fotosentez yapan hücreler palizat ve sünger parankiması ile gözenek hücreleridir.

* Üst Epidermis: Hücreler tek sıralı, kloroplastsız, kalın çeperli ve yassıdır. Stoma çok az yada hiç yoktur. Yüzeyi su kaybını önleyen mumsu kutiküla tabakasıyla örtülüdür.

* Palizat Parankiması: Üst epidermisin altında düzgün sıralanmış bol kloroplastlı hücrelerden oluşur. Fotosentez hızının en fazla olduğu hücrelerdir.

* Sünger Parankiması: CO2, O2 ve su buharı difüzyonunu kolaylaştıran hücreler arası boşluklar vardır. Hücreleri kloroplastlıdır.

* Yaprak Damarları: Odun ve soymuk borularını taşıyan iletim demetlerinin devamıdır. Bunlar yaprağın mezofil tabakasına uzanırlar. Damarların üst kısmında odun, alt kısmındaysa soymuk boruları yer alır.

* Alt Epidermis: Stomaların bulunduğu tek sıralı hücrelerden oluşan tabakadır. Hücreleri kloroplastsızdır. İki epidermis arasındaki kısma mezofil denir, bu kısım parankima hücrelerinden meydana gelir.

Stoma (Gözenek): Gaz alışverişinde rol oynayan kloroplastlı fasulye tanesi şeklinde iki stoma (kilit) hücresinden meydana gelir. Dış çeperleri ince, iç çeperleri ise kalındır.

Stoma Hücrelerinin Çalışma Prensibi

Stoma açıklığının açılıp kapanması stoma hücrelerindeki turgor basıncının değişmesiyle olur.

* Işık şiddeti arttıkça stoma hücrelerinde fotosentezle glikoz yoğunluğu artar, komşu hücrelerden su geçişi olur.

* Su alan stoma hücrelerinde turgor basıncı yükselir. Artan turgor basıncı ince çeperlere daha çok etki eder, kalın çeperler ayrılır ve stoma açılır.

* Su hücreden çıkınca turgor basıncı azalır, kalın çeperler birbirine yaklaşır ve stoma kapanır.

* Karanlıkta nişasta miktarı artar. Turgor basıncı düşer ve stomalar kapanır.

Kurak havalarda terleme hızını azaltmak için stomalar kapanır, bu durum CO2 girişini engellediği için geçici olarak fotosentez ve glikoz sentezini azaltır veya durdurur. (Kurak bölge bitkileri bodurdur)

Stomaların açılıp kapanmasında stoma bekçi hücrelerindeki CO2 miktarı ve K iyonlarının yoğunlukları da etkilidir.

* Işığın fotosentez hızını arttırmasıyla bekçi hücrelerinde K iyonu birikimi görülür. Bu sırada fotosentez nedeniyle CO2 miktarı azalır. Gerek CO2 azalması gerekse K iyonları ile içeri giren bikarbonat iyonları ortamı bazikleştirir (pH yükselir).

* Glikozun kilit hücrelerinde yoğunluğunun artmasıyla birlikte komşu hücrelerden su girişi olur ve stomalar açılır.

* Gece bitki fotosentez yapamayıp solunuma devam ettiği için stoma kilit hücrelerinde CO2 miktarı artar. Ortam asitleşir (PH düşer). Glikoz nişastaya dönüşür. Kilit hücrelerinin ozmotik basıncı düştüğü için su kaybederler. Kilit hücrelerinde suyun kaybolması turgor basıncını düşürür. Stomalar kapanır.

Hava neme doymuşsa bitki terleme ile su kaybedemez. Bu durumda yaprakların kenarlarında bulunan hidatot (su savağı) adı verilen deliklerden dışarıya sıvı halde damla damla su kaybedilir. Bu olaya damlama (gutasyon) denir.

Unutulmamalıdır ki terleme ile kaybedilen su saf sudur. Damlama ile kaybedilen su sıvı halde atıldığı için inorganik tuzlar içerebilir. Hem terleme hem de damlama bitkide birer boşaltım olayıdır.

Kurak bölge bitkilerinde su kaybını azaltmak için:

* Yaprak üzerinde stoma sayısı azdır

* Stomalar yaprağın iç kısmına gömülüdür

* Stomalar yaprağın alt kısmında yoğunlaşmıştır

* Epidermiste kalın kütiküla tabakası ve tüyler bulunur

* Yaprak yüzeyi küçülmüş, kökte dallanma artmıştır

* Kökte emici tüylerle osmotik basınç

Cinselliğin tanımı - Toplum ve cinsellik - Üreme çeşitleri

0 yorum
Sponsorlu Bağlantılar

Yaşam, 2.5 milyar yıl nasıl tekhücreli kaldı? Ve eşeyli üreme başladıktan sonra, nasıl cennetten kovulmuş gibi sonsuzluğunu yitirdi? Cinselliğin Kaos teorisi. Ve ilk çelişki. Doğanın ereği sorulursa eğer, yanıtı şöyle olabilirdi: Kendisini bir fraktal gibi durmadan değiştirerek yeniden üretmek. Doğa bu ereğini canlıya öyle bir yerleştirir ki, sonlu birey, coşkun bir içgüdüyle eş arar ve yavrulayarak sonsuzuyla buluşur. Bütün uygarlaştırmaları boşa çıkaran bu boyun eğdirilemez dinginsiz gücün hem çocuğu hem ta kendisi olarak tarihimizi yaratırız.

Bir yandan erkek ve kadın olarak ayrılmışlığımızdan yılmış gibi kenetlenme peşinde koşar ve bunun adını aşk koyarız. Öte yandan her aşk sanki bir soluklanma molasıdır, ağır ağır besler ayrılık tohumunu ve başka bir aşkı doğurur. Var oluşumuzun en gizemli yanıdır bu: Ne ayrılık doyurur ne birlik.

Ama her üreme cinsel değildir.

'Cinsiyet' bu bildik gerçeği, iki cins olarak ayrılmışlığımızı dile getirir. 'Cins' Arapça kökenli, sınıf demek. Eşanlamlısı olan 'seks' ise Latince 'sexus'tan geliyor ve o da sınıf demek. Cinsellik, biyolojik işlev, cüsse, oktav, kas gücü, hormon dağılımı, hatta beyin yapıları değişik er ve dişi olarak ayrılmışlığımızda kalmayıp birbirimize yönlenişimizi ve bu sayede yeni bir canlı üretmek üzere girdiğimiz ilişki biçimlerini anlatır.

Cinsellik, eş bulmanın kolaylaşmasını gerektirdiğinden daha başından toplumsallığa açıktır. Kadın erkek ilişkisi temel çelişkinin pençesindedir ama feragate dayandığından sevginin kökeninde cinsellik vardır. Kenya'da da Pokot kızları ve erkekleri tören sırasında karşılıklı zıplıyor ve birbirlerinin gözüne girmeye çalışıyor .

Bu bölünmüşlüğün biyolojideki karşılığı eşeyli üreme oluyor. Ama yaşamı, dört milyar yıl önce, eşeysiz üreyen bir tekhücreli canlı başlattı. Eşeysiz üreme tekin ikilenmesidir. Tek birey (mutasyonu göz ardı edersek), özdeşi iki birey yaratarak bölünür, sonra onlar da bölünürler. Yirmi dakikada bir yinelense (örn. Escherichia coli) bir günde nüfus on milyarları bulur. Bu da evrim kuramının en yalın ilkesini verir: 'Gen bencildir.' Bu ilk tekhücreli canlı, bakteri, genetik bilgisi yoluyla durmadan klonlanarak sanki dünyanın kendi tıpkısı kardeşleriyle dolmasını ister. Bölündükçe ardında ceset bırakmadan özdeşi başka bir bireye dönüşür. Onun için her bölünme saatlerin geri alınmasıdır. Böylece daha ürerken sonsuzuna kavuşur. Ama ölümsüzlüğünün bedelini tarihsizlik olarak öder. Hep aynı nitelikte kalır. İki anı birbirinden yalnızca nicelikle ayrılır. Başta tektir sonra yalnızca çoktur.

Milyonlarca sperm hücresinden büyük olasılıkla yalnızca biri dölleme şansını yakalar. Ortamda başka erkek spermleri varsa onlarla rekabet eder. Ama her bir hücre babanın genlerinin yalnızca bir kısmını taşır. Beden hücrelerinden değişik olarak eşey hücrelerinin kromozomları tek ipliklidir.

İlk yaşam kımıltısından yaklaşık iki buçuk milyar yıl sonra tekhücreli bir canlı nasılsa eşeyli üremeye başlamakla, cennetten kovulmuş gibi sonsuzunu yitirir. Ana, yavrudaki gen hakkını babayla paylaşır. Er dediğimiz cins sperm üreterek; dişi dediğimiz yumurta üreterek genetik bilgisini aktarır. Yavru, kendini yapan genetik bilginin yarısını anadan yarısını babadan aldığından, ne onların tıpkısı olur ne de tümden ayrıdır. Cinsellik böylece, evrim kuramına, öncekinin tersi bir ilke koyar: 'Gen bencil değildir.' Ökaryot denilen bu tekhücreli ve cinsli canlıyı, evire evire insana çeviren işte bu ilkedir. Gelgelelim cinselliğin bedeli, ölümlülüktür. Yavru bir daha asla ana babasının klonu olamayacağından, ana da baba da ölür. Eşeyli üreme de bir bakıma saatleri geri alır, aşkın meyvesinin bebek olarak doğması bundandır. O da büyür, ürer ve yerini, tıpkısına değilse de benzeşiğine bırakarak fraktalı çizmeyi sürdürür.

Rotifera (Latince rota, 'teker'; fera, 'li'). Bir milimetreden daha ufak. Siyah beyaz fotoğrafta görüldüğü gibi ağız mastaks adı verilen ızgaralı çeneyle yutağa bağlanır. Yalnızca kasılıp açılarak, bükülerek devinirler. Adını, ağzının çevresindeki kirpiksi uzantıların suyu çırpmasıyla oluşan döner çark görüntüsünden alır. Bu kirpiksilerle yarattığı akıntı yoluyla çektiği besini çenesiyle yakalar. Dolaşım ve solunum sistemleri yoktur. Yavrunun hücre sayısı anasıyla aynıdır. Seksen milyon yıl öncesine ait yalnızca dişi reçine fosilleri bulunmuştur.

Eşeysiz üremenin ilkesi egoistliktir ve bu, hızla kopyalanarak çoğalmaya denk düşer. Eşeyli üremenin ilkesi ise feragattır ve bunun karşılığı, yavaş ama çeşitlenerek çoğalmadır. Evrim çeşitlenerek karmaşıklaşma olarak alınırsa, cinsellikle başlamıştır. Kendini aynılıkla yineleyenin ne tarihi ne evrimi olabilir.

Bilimciler, eşeysizden eşeyliye nasıl geçildiği üzerinde ortaklaşamasalar da, evrimi cinsel üremenin başlattığı üzerinde örtükçe anlaşmışlarken, 'tekerli' diye anılan bir canlının üreme biçimi ve evirilme örüntüsü, evrim kuramında 'skandal' yarattı.

Tek Elle Alkış Tufanı Kopartmak

Tekerli (rotifer), su birikintileri gibi sucul ortamlarda yaşayan zararsız mikroskopik bir çokhücrelidir. Skandalı yaratan ise bunların bdelloid türüdür (b harfi okunmuyormuş). Bdelloid tekerlisi, eşeysiz üreyen iki bin çeşit canlıdan biridir. Bunların bazısı iki üreme biçimini de uygular. Ama bu türde, yaklaşık 300 yıldır bilinmesine, üzerinde sayısız gözlem, deney ve araştırma yapılmış olmasına rağmen hiç er b. tekerli görülmemiş. Eşeysiz üreyenlerin bazısı ise görece kısa bir süre sonra eşeyli üremeye geçmişler (en uzunu birkaç milyon yıl). Oysa b. tekerlilerinin, 80 milyon yıl öncesine ait yalnızca dişi reçine fosilleri var. Bu hayvanı şaşırtıcı kılan da kendini klonladığı kesin olmasına karşın eşeyliler kadar hatta onlardan fazla çeşitlenmeye uğramış olmasıdır. Örneğin eşeyli üreyen rotifer cinsinde (Rotifera, Monogononta) % 2.4 oranında bir çeşitlenme gözlenirken bizim tekerlilerde bu % 49 olmuş. İlk atalarından bu yana, erkeğe gerek duymadan 18 cins ve 1700'den fazla tür yaratmışlar.

Cinsellik, 'gen bencil değildir' ilkesini uygular ama 'gen bencildir' ilkesini ortadan kaldırmadığından amansız çelişkilere sahne olur.

İşte bu tek elle nasıl alkış tufanı koparılabildiğinin yanıtı, bu yıl, Cambridge Üniversitesi Biyoteknoloji Enstitüsü'nden Dr. Alan Tunnacliffe ve ekibinin çalışmalarından geldi. Science dergisinde (12 Ekim 2007) yayımlanan rapor, sanılanın tersine eşeysiz üremenin de mutasyonun çeşitlenerek korunumunu sağlayabileceğini göstermektedir. Yalnız şu var; üreme eşeysizdir ama bakterilerdeki bölünmeden ve kısa erimli eşeysiz üreyen başka canlılardan değişik olarak b. rotiferlerin yumurtaları çift kromozomludur.

Yani döllenmiş yumurta gibidir. Bu kromozomlar üzerindeki karakter genlerinin evrimlenme biçimidir çeşitliliği yaratan. Dolayısıyla bu b. tekerlisinin, er mi dişi mi olduğu sorusu ortada kalmıştır. Dış dünyada erkeğine rastlanmamaktadır ama aslında döllenmiş yumurtanın içinde saklıdır. Tıpkı elimizdeki bir çatalın içinde onu üreten işçilerin geçmiş emeklerinin saklı olması gibi. Böyle bakılırsa, tekerlilerin de kuralı bozmadığı, en başarılı eşeysiz üremede bile çeşitlenmenin erkeksiz olamayacağı söylenebilir. Bir zamanlar erkeği dışında olan tür, sert yaşama koşullarına uyayım derken onu içine almış görünüyor.

Eşeyli Üreme ve Bdelloid Tekerlisindeki Saklı

Eşeyli Üreme: Cinsel üremede, bireyin beden hücrelerindeki genetik bilgisi, biri anadan öbürü babadan gelmiş iki kromozom ipliği üzerine yerleşiktir. Bu iplikler benzer yapı ve boyutta olmanın yanı sıra (cinsiyet kromozomları dışında) benzeşiktir. Yani, aynı karakter genleri (alel), iki ipliğin de aynı yerinde ve aynı dizilimde sıralanır. Ama bu alternatif karakter genleri, genetik olarak özdeş olmak zorunda değildir. Diyelim göz rengi ise bu, ipliğin birinde mavi, öbüründe kahverengi olabilir. Burada mavi ve kahverengi, aynı karakter geninin alelleridir. Beden hücrelerinden değişik olarak sperm ve yumurtanın kromozomları tek ipliklidir ve bu tek iplik, önceki çift iplik üzerindeki alellerin rasgele yer değiştirmesi (crossing over) ve aynı dizilimde yeniden birleştirmesiyle (recombination) oluşur. Dolayısıyla bu sırada bir kısım alel, eşey hücrelerine aktarılmamış olur. Yeni canlının oluşumu yumurtanın spermle döllenmesiyle çift iplikli olarak başlar.

Mutasyon: Genetik kopyalanma sırasında yazım hatalarıyla, fiziksel veya biyokimyasal etkilerle genlerde kalıcı olarak meydana gelen yapısal değişmelere mutasyon diyebiliriz. Evrim sürecinin hammaddesi mutasyondur. Nasıl olduğunu bilemesek de ilk eşeyli üremeye geçiren de odur. İşte eşeyli üremede, ana ve babanın genlerinin yalnızca yarısı, o da seçilip yeniden birleştirilerek yavruya aktarılırken kuşaklar boyunca bir yandan yararlı genler bir arada toplanarak birikir ve bunların atadakiyle özdeşliği büyük ölçüde korunur.

Öte yandan, zararlı genler ayıklanmaya uğrar. Böylece genetik çeşitlenme sürekli artar.

Döllenmiş Eşeysiz Üreme: Gelelim Bdelloid tekerlisine. Püf noktası şu: Bunların yumurtaları çift kromozomludur. Yani döllenmiş yumurta gibidir. Yavruya aktarılan çift iplikli genetik bilgidir. Bu sırada yararlılar kadar zararlı mutasyonlar da olduğu gibi geçirildiğinden, süreci başlatan ilk atadaki alellerin türdeşliği gittikçe bozulur. Bu da ata alellerinin, evrime uğrayarak baştakinden bağımsız işlevler edinmesini sağlar. Buna işlev ıraksaması deniliyor.

Örneğin birbirinin az değişiği veya almaşığı iki alelin baştaki işlevi dokunmayı algılamak olsun. Mutasyonlar sayesinde, zamanla bu alellerden biri, ışık fotonlarının dokunmasını, öbürü de ses dalgası moleküllerinin dokunmasını algılamaya ayrışmış olsun. Böylece baştaki aynı genin almaşığı olan iki alel şimdi iki ayrı gene dönüşmüştür.Bu süreçte zararlı mutasyonlar büyük sayılara ulaşan bu canlıların kitlesel ölümleriyle ayıklanır. Nitekim, eşeysiz üremeye sert yaşama koşullarında daha sık rastlanır. Bizim tekerliler de buna uygunlukla -270°C ile +150°C arasında yaşayabilmektedir. Bunu başarabilmek için su buharlaşıp toprak kuruduğunda hemen tüm yaşamsal etkinliklerini askıya alıyor, ortam yeniden sulandığında canlanıveriyorlar. İşte bu kuraklıkla baş etme mücadelesinde, baştaki iki alel, ayrı işlevler edinerek genleşmişler. Bu da tekerlilerin, yüksek çeşitlenmenin eşeysiz üremeyle gerçekleşen ikinci yolunu bulmuş olduklarını düşündürüyor.

Erkek mi Kadın mı?
Cinsellik, 'gen bencil değildir' ilkesini uygular ama 'gen bencildir' ilkesini ortadan kaldırmadığından amansız çelişkilere sahne olur. Eşeyli üreme zordur. Başta ikinci bir bireyi gerektirir. Bazen bu, öbür cinsiyle yiyecek kaynakları bakımından çatışma yaratır. Çiftleşme sırasında veya sonrasında dişinin erini yediği kırk kadar tür biliniyor, bu belki bununla ilgilidir. Bazı türlerde er, bu bakımdan rakip olamayacak kadar ufaktır, dişinin bacakları arasında yavrusu gibi dolanır. Başka bir zorluk, birey açısından bakarsak, kendi alternatifleri arasından onunla eşleşmesi için öbür cinsini razı etme gerekliliğidir. Ve en zoru ölümü tatmaktır. Her aileden değişik yaradılışlı bir çocuk doğar ve her biri kendi ortamını arar. Bir trajedidir bu insan için kendi yavrusu kendisinden değildir. Dışsal çelişkiler, örneğin memelilerde bir şekilde döllenmiş yumurtanın dişi veya erkeğe dönüşmesi sırasında içeride de sürer. Erkek doğurmak, dişi için içine aldığı erkeği dişi formu içerisinden yeniden oluşturmak gibidir. Dölüt başlangıçta dişi formundadır. Erkeğe dönüşmesi için başta testosteron, ostrojen ve bunlarla bağlantılı hormon ve enzimlerin, ilgili biyokimyasal süreçlerin işleyişinde uygun zaman ve miktarda etkimesi gerekir. Egemen biçim iki cinslilik olmakla birlikte, hormonsal etkileşme devrelerinin işleyişine ve bu sırada yapılan hatalara bağlı olarak cinsel görünüm ve algıda bir derecelenme oluşur. Bu bazen cinsel gelişmeyi bedensel veya beyinsel olarak tersine döndürebilir. Biyolojik çelişki, olanca çeşitliliği ve karmaşıklığıyla toplumsal ilişkilerde de sürer. Eski ABD başkanı Clinton, homoseksüelleri de askere almanın yolunu açtıysa da yaşadığımız çağın iki cinsliliğe takıntılı olduğu söylenebilir. Ama böyle olmayan toplumlar da var.

Gene Amerika’da, Novaho, Mandan gibi ova Kızılderililerinde görülen berdache geleneği, kadın bedeninde erkeği ve erkek bedeninde kadını tanır. Erkek ruhlu kadın gene kadındır veya kadın ruhlu erkek gene erkektir. Giyiniş ve tavırlarına öbür cinsin bedenine uygun biçimler vermeleri benimsenir. İki cinsi de kuşatan bu gelenekte, erkek-kadın veya kadın-erkek anlamına gelecek terimlerle adlandırırlar. Bunun tersine, Azande halkı da onlar kadar ilginç olmakla birlikte, bir zor ilişkisinin kurbanıdır. Tüm kadınlar kralın haremine doldurulup kralın tarlalarında çalıştırılmasından dolayı halkın erkekleri kadınsız kalır: 'Pek çok genç, oğlanla evlendiğinde az sayıda da olsa oğlanın ana babasına sanki onların kızlarıyla evlenmiş gibi mızrak verir... Kaynanası için kulübe inşa eder, tarlalarının temizlenmesinde yardımcı olur; ...Oğlan, erkek-kocası için su getirir, yiyecek ve ateş için odun toplar ve ateş yakar, ...yolculuk sırasında çantasını hazırlar... Geceleri ikisi birlikte uyurlar, koca arzusunu, oğlanın butları arasından giderir. Oğlan büyüdüğünde... oğlan-karı alma sırası ona gelir. 'Aslında cinsellik, eş bulmanın zor olmadığı koşulları gerektirdiğinden daha başından toplumsallığa gebedir.

Toplum dediğimiz, bu çelişkinin ortaya koyduğu kaosu düzene döndürme girişiminden başka bir şey değildir. Olanaksız bir çaba olduğundan her toplum, hep dengeden uzakta yaşar. Her şeye rağmen, fedaya ve feragate dayandığından sevginin kökeninde de cinsellik vardır.

Botanik nedir - Botanik Parkının özellikleri

0 yorum
Sponsorlu Bağlantılar

Botanik: Bitkibilim olarak da bilinir, biyolojinin bitkilerle ilgilenen ve bütün bitkisel yaşam biçimlerinin yapısını, özelliklerini ve biyokimyasal süreçlerini inceleyen daldır.

Botanik genellikle dört ana bölüme ayrılır: Morfoloji, fizyoloji, ekoloji ve sistematik botanik. Bitkilerin yapısal özellikleri ve biçimleriyle ilgilenen morfolojinin altbölümleri, hücreyi inceleyen sitoloji ya da hücrebilim, dokuları inceleyen histoloji ya da dokubilim, dokuları organ düzeyinde ele alan bitki anatomisi, yaşam çevrimini inceleyen üreme morfolojisi ve bitkilerin gelişmesini inceleyen morfogenez ya da deneysel morfolojidir. Fizyoloji bitkilerin işlevsel birimleriyle ilgilenir. Ekoloji, bitkilerin yaşadıkları çevreyle karşılıklı ilişki ve etkileşimini konu alır. Sistematik botanik ise bitkilerin tanımlanması, sınıflandırılması ve adlandırılmasıyla ilgilidir. Botaniğin bu temel bölümlerine ek olarak, bakterileri inceleyen bakteriyoloji, mantarları inceleyen mikoloji, algleri inceleyen algoloji ya da fikoloji, karayosunlarını inceleyen briyoloji, eğrelti ve benzeri bitkileri inceleyen pteridoloji, fosil bitkileri inceleyen paleobotani, canlı ya da fosil sporları ve çiçektozlarını inceleyen palinoloji, bitki hastalıklarıyla ilgilenen bitki patolojisi, insana yararlı bitkilerle ilgilenen ekonomik botanik ile geçmişteki ve bugünkü gelişmemiş toplumların çeşitli amaçlarla kullandıkları bitkileri araştıran etnobotanik gibi uzmanlık dalları gelişmiştir. Öte yandan botaniğin tarım, bahçecilik, ormancılık, eczacılık gibi bilim dallarıyla da yakın ilişkisi vardır.

Aristoteles’in öğrencisi olan ve botaniğin kurucusu olarak kabul edilen Theophrastos’un bitki morfolojisi, sınıflandırması ve bitkilerin doğa tarihiyle ilgili kavramları yüzyıllarca tartışmasız olarak benimsenmiştir. Bu büyük bilginin tahminen 200 kadar botanik incelemesinden yalnızca ikisi, De causis plantarum(Bitkilerin Nedenleri Üstüne) ve De historia plantarum(Bitkiler Tarihi Üstüne) Latince çevirileriyle günümüze ulaşabilmiştir. iS 1. yüzyılda yaşamış Yunanlı botanikçi Pedanios Dioskorides ise Peri hyles iatrikes(Latince De materia medica; Bitkiler Kitabi) adlı yapıtında, 600 kadar bitkinin yetişme yerlerini, biçimsel özelliklerini ve tıbbi kullanımlarını tanımlamıştır. Bitkileri ağaçlar, çalılar ve otlar biçiminde sınıflandıran Theophrastos’a karşılık, Dioskorides aromatik bitkiler, yenen bitkiler ve şifalı bitkiler olarak üç ana gruba ayırır. Dioskorides’in çağdaşı olan Romalı doğa bilgini Plinius, öncüllerinden daha özgün çalışmalar yapmadı ama, Historia naturalis(Doğa Tarihi)adi altında derlediği 37 ciltlik büyük doğa ansiklopedisinin 16 cildini bitkilere ayırdı.

15 ve 16. yy’larda tıbbi bitkileri tanımlayan pek çok kitap yayımlandı. 16. yüzyılda merceklerin bulunması ve birleşik mikroskobun geliştirilmesi, bitkilerle ilgili zengin buluşlar çağını açtı. 17. yüzyıl botanikçileri yalnızca tıbbi bitkileri incelemekten vazgeçip, dünyanın her yerinde yetişen bütün bitkileri araştırmaya başladılar. Bu çağın en önemli botanikçilerinden biri olan Gaspard Bauhin, bitkileri iki sözcükle adlandırma sistemini Linnaeus’tan önce kullanan ilk botanikçidir. 1665’te Robert Hooke, bitki dokuları üzerinde mikroskopla yaptığı gözlemlerin sonuçlarını Micrographia(Mikro çizimler) adıyla yayımladı. İzleyen 10 yıl içinde Nehemiah Grew ve Marcello Malphighi bitki anatomisi üzerinde önemli çalışmalar yaptılar.

Stephen Hales, başarılı çalışmalarıyla deneysel bitki fizyolojisinin temellerini attı ve Vegetable Statick’te (1727;Bitki Statiği) suyun bitkilerdeki hareketini açıkladı. 1753’te Linnaeus, dünyanın çeşitli yerlerinde yetişen 6 bin bitki türünü tanımladığı Species plantorum’u (Bitki Türleri) yayımladı. Bugün bile bitki sınıflandırmasının temel başvuru kitabi sayılan bu yapıtında, bitkileri cins ve tür adıyla veren ikili adlandırma sistemini geliştirdi; ayrıca bitkileri eşey organlarına göre tanımlayıp sınıflandırmayı önerdi.

Günümüzde, bitki coğrafyası, bitki ekolojisi, bitki kimyası, topluluk genetiği gibi ilgili dalların ve bitki hücresinin incelenmesinde başvurulan yeni tekniklerin (hücre genetiği, hücre taksonomisi) katkısıyla, sistematik botanik büyük bir gelişmeye konu olmuştur.

Botanik park:Yalnızca çevreyi güzelleştirmek amacıyla düzenlenmediği için öbür bahçe ve parklardan oldukça farklıdır. Bu parklar, bir yörenin yerli bitkileriyle o iklimde yetişmeyen bitki örneklerini bir araya derleyip özel bakım altında iklime uyum sağlamalarını amaçlayan zengin bir bitki koleksiyonudur. Parkın görünümünü güzelleştirmek için bazen aralarına ağaç ve çalılar dikilse de, bitkilerin yerleşme düzeninde mutlaka bilimsel sınıflandırma gözetilir;yani aynı familya, cins ve türden bitkilerin bir arada bulunmasına özen gösterilir. Böylece hem aranan bitki kolayca bulunabilir, hem de türler arasındaki yapısal benzerlikler ön plana çıkar. Her bitki örneğinin yanına ya da üstüne de anayurdu, halk arasında bilinen adı ve Latince adı yazılır.

Özellikle bitki grupları arasındaki akrabalık ilişkilerini yansıtmak amacıyla düzenlenmiş canlı bitki koleksiyonudur. Bugün botanik parkları daha çok süs bitkilerini sergilerken akrabalıklarını yansıtmaya da özen göstererek, hem göz beğenisini okşamak, hem de taksonomi bilgisi vermek gibi ikili bir görev üstlenir. Bir zamanlar halk hekimliğinde kullanılan ve ilk botanik parklarının en değerli örnekleri olan tıbbi bitkiler bugün ancak tarihsel değer taşır ve çağdaş bitki koleksiyonunda özel bir yer tutmaz. Odunsu bitkilerin (ağaç ve çalılar) yetiştirildiği botanik parklarına arboretum denir. Arboretum, kendi başına ayrı bir koleksiyon oluşturabileceği gibi, botanik parkları içinde ayrı bir bölüm olarak da düzenlenebilir. Böyle bir koleksiyondaki bitki sayısı bahçeye ayrılan alanın büyüklüğüne, kuruluşun bilimsel ve mali kaynaklarına bağlı olarak da değişir.

Kentleşmenin artmasıyla botanik parkları da sanayileşmiş ülkenin kültür kaynakları arasına girmiştir. Bu parklar, doğadan uzak yaşayan kent insanlarına doğanın bir parçasını sunarak, istedikleri zaman toplumdan ve gürültüden uzaklaşma olanağı sağlar.

Botanik parklarının en eski örneklerine Çin’de ve Akdeniz kıyısındaki ülkelerde rastlanır. Bunlar gerçekte, meyve ağaçlarını, sebzeleri ve ilaç yapımında kullanılan şifalı bitkileri yetiştirmek için kullanılmıştır.

Matbaanın bulunmasından sonra, bitki konusunda yüzyıllardır yazılmış kitaplar geniş kitlelere yayıldı; ayrıca şifalı bitkiler konusundaki yayınlar arttı. Bu gelişmeler botanik parklarının kurulması düşüncesini akla getirdi. Avrupa’da 16. yüzyılın sonunda bu tür beş park varken, 20. yüzyıl ortalarına değin sayıları yüzleri buldu. Bu parklardan ilk ikisi İtalya’da Padova ve Piza’da kurulmuştu(1545). Başlangıçta botanik parkları üniversitelerin tıp okullarında kuruluyordu; o zamanın botanikçileri de tıp profesörleriydi. Parklarda ilaç yapımında kullanılan bitkilerin yetiştirilmesiyle ilgili eğitim yapılıyordu. Bu botanikçiler ayrıca başka hizmetler de verirlerdi. Örneğin 16. yüzyıl botanikçilerinden Carolus Clusius, Leiden’deki botanik parkında büyük bir soğanlı bitki koleksiyonu oluşturmuştu. Bu koleksiyon Felemenk’te soğanlı bitki endüstrisinin başlamasını sağladı.

İsviçreli bir hekim ve botanikçi olan Jean Gesner 1800’lerin başlarındaki bir yazısında 18. yüzyılın sonunda Avrupa’da 1600 botanik parkının bulunduğunu yazmıştı. 18 ve 19. yüzyıllarda botanik bilimi hızla gelişti; bu dönemde önemli botanikçilerin bir çoğu botanik parklarının yöneticileriydi. O zamandan bu yana, eğitim ve tıbbi bitki parkı biçimindeki klasik botanik parkları azaldı, onların yerini temelde bitki kültürünün ve süs bitkileri ile özel bitkilerin sergilenmesinin amaçlandığı parklar aldı.

Büyük canlı bitki koleksiyonları, hem araştırmacılar için önemli kaynaklar oluşturur hem de halkın bitkiler ve yetiştirilmeleri konusunda bilgi edinmesine olanak sağlar. Bazı botanik parklarında her yıl yetişkinler ve çocuklar için bitki yetiştirme kursları düzenlenir.

Botanik parkları, değerli genetik özellikler taşıyan türleri içerdiği için, yeni bitki çeşitlerinin üretilmesinde çok önemli birer kaynaktır. Örneğin Pennsylvania’daki Longwood Parkları, ABD Tarım Bakanlığı’nın iş birliği ile süs bitkileri ve yeni çeşitler üretebilecek türler toplamak üzere çeşitli geziler düzenlemektedir. İngiltere’deki Kew Kraliyet Botanik Parkı da bitki toplama gezileri düzenlemekte ve ekonomik değeri olan bitkileri, dünya üstünde yetişebildikleri en uygun ortamın bulunduğu yerleri dağıtmaktadır. Burası ayrıca kauçuk ağacı (Hevea brasiliensis), ananas, muz, çay, kahve, kakao, çeşitli kereste ağaçları ve kınakına gibi bitkilerle, ilaç ham maddesi elde edilen başka bazı bitkileri dünyaya tanıtmış ve yaymıştır.

Bir botanik parkı düzenlenirken benzer bitkilerin bir araya konması geleneksel bir uygulamadır. Gene de güzel görüntüler yaratmak göz ardı edilmez, ağaç ve çalılar, kendi taksonomik gruplarından otsu bitkilerin arasına serpiştirilir.

Botanik parklarında, genellikle bitkilerin çoğaltılmasında ya da mevsim değişikliklerinden etkilenen bitkilerin yetiştirilmesinde seralar kullanılır. Kışlar soğuk olan yerlerde tropik orkideler, tropik eğreltiler, tropik ve astropik bölgelerin ekonomik bitkileri, kaktüsler, Afrika menekşeleri ve begonyalar gibi bitkiler bu seralarda yetiştirilir.

Büyük bitki koleksiyonları oluşturulmak isteniyorsa, türler için belirli mevsimlerde uygun sıcaklık koşulları sağlayan depolama alanları kurulur. Aşırı soğuğa dayanamayan, ama soğuk bir döneme de gereksinim duyan genç bitkilerin kışı geçirmesi için de özel soğuk seralar da kullanılabilir. Gene sıcak yaz güneşine dayanamayan bitkilerin yetiştirilebileceği ve bazı bitkilerin de geçici olarak depolanabileceği, çıtalardan yapılmış gölgeliklerden yararlanabilir.

Birçok botanik parkında bir de herbaryum (kurutulmuş bitki koleksiyonu) vardır. Herbaryumdaki bitki türleri bilimsel adlarının yanı sıra nereden toplandıkları, nasıl büyüdükleri gibi bilgileri içerecek biçimde etiketlenir. Türler familya ve cinslerine göre dosyalanır ve hazır örnek olarak elde bulundurulur.

Birçok botanik parkı üniversitelerde işbirliği içinde çalışır. Böyle bahçeler bitki taksonomistleri için gerekli hizmetleri de sunar. Büyük botanik parklarının çoğunda teknik dergiler ve halk için broşürler yayınlanır, ayrıca resimli kitaplar ve filmler hazırlanır.

Bitki koleksiyonlarının korunmasında ilk koşul, kuskusuz bitki kültürünün iyi yapılmasıdır. Kentlerdeki botanik parkları için çimenliklerin bakimi özellikle önemlidir;halkın gözünde bir bahçenin değeri bitki koleksiyonlarının yetkinliğinden çok, genel görünüşü ile ölçülür. Ağaç ve çalı koleksiyonları sistemli budama ister ve hiçbir önemli ağaç bakımsızlığa iki yıldan fazla dayanmaz. Yaslı ağaçların budanması özel ilgi gerektirir; yaraların çürümemesine dikkat edilmelidir. Parazit ve hastalıkların denetimi için sık sık ilaçlama yapılmalıdır.

Eskiden botanik parklarında yeni bitki çeşitleri, toplayıcıların çoğunlukla uzak yerleri araştırma gezilerine gönderilmesiyle elde edilirdi. Bu toplayıcılar, doğada yetişen yeni türleri araştırıp, istenen bitki örneklerini parka getirirlerdi. Günümüzde, fidecilik sanayisi çok gelişmiş ve birçok küçük kuruluş belirli bitki gruplarında uzmanlaşmıştır. Sayısız bitki türü ve kültür çeşidi dikilmeye hazır olarak, doğrudan böyle kuruluşlardan satın alınabilmektedir. Botanik parkları arasında da sık sık tohum ve nadir bitki değiş tokuşu yapılır. Bazı parklar, yıllık tohum değiş tokuş listeleri yayımlar.

Dna - Rna ilişkisi - Rna ile dnanın etkileşimi

0 yorum
Sponsorlu Bağlantılar

RİBONÜKLEİK ASİT (RNA)
RNA'lar ribonukleotitlerin birbirlerine bağlanması ile meydana gelen tek zincirli nukleik asitlerdir. DNA molekülleri ile kıyaslandığı zaman boyları daha kısadır. Hemen hemen bütün hücrelerde bol olarak bulunmaktadırlar. Gerek prokaryotik gerek ökaryotik hücrelerde genellikle üç ana sınıf RNA'ya rastlanmaktadır. Bunlar mesenger RNA (mRNA), ribozomal RNA (rRNA) ve transfer RNA (tRNA) dır. Bütün RNA'lar tek zincirli özel bir baz dizisine, karakteristik bir molekül ağırlığına sahip ve belirli bir biyolojik fonksiyonu yerine getirmektedir.

MESSENGER RNA (mRNA)
DNA'da saklı bulunan genetik bilginin, protein yapısına aktarılmasında kalıplık görevi yapan aracı bir moleküldür. mRNA ribozomlara tutunur ve DNA'dan aldığı genetik şifreye göre sentezlenecek proteinin amino asit sırasını tayin etmektedir. Her mRNA molekülü, DNA üzerinde bulunan ve gen adı verilen belirli bir bölge ile komplementerlik göstermektedir. Tek bir ökaryotik hücre yaklaşık 10.000 farklı mRNA molekülü ihtiva etmekte ve bunların her birinden bir veya daha fazla polipeptid zinciri sentezlemektedir.

TRANSFER RNA (tRNA)
tRNA'lar da ribonukleotidlerin polimerize olması ile meydana gelmiş, çok kıvrımlar gösteren ve tek zincirli yapıya sahip bir RNA çeşididir. tRNA'lar yonca yaprağına benzeyen üç boyutlu yapılarında yer yer çift sarmallı bir durum göstermektedir. Zincirde yer alan ribonukleotid sayısı 70 ile 99 arasında, molekül ağırlığı ise 23.000 ile30.000 dalton arasında değişmektedir. Doğada yer alan 20 aminoasitin her biri için en az bir tRNA molekülü bulunmaktadır. tRNA'lar adaptörlük görevi yaparak bir uçlarına bağladıkları amino asiti, ribozoma tutunmuş mRNA'nın taşıdığı kodono göre polipeptid zincirine dizerler. tRNA'lar üç bazdan meydana gelen antikodon adı verilen uçları ile yine mRNA üzerinde bulunan ve kodon adı verilen bölgeye geçici bağlanarak amino asitlerin mRNA üzerindeki şifreye göre doğru bir şekilde dizilmelerini temin etmektedir.

RİBOZOMAL RNA (rRNA)
rRNA'lar ribozomların ana yapısal elementi olup yaklaşık olarak ribozom ağırlığının % 65'ini teşkil ederler. Prokaryotik hücrelerde 3 çeşit, ökaryotik hücrelerde ise 4 çeşit rRNA bulunmaktadır. Ribozomal RNA'lar ribozomların yapı ve fonksiyonlarında önemli rpller oynamaktadır.
Bunlara ilave olarak ökaryotik hücrelerde iki çeşit RNA daha bulunmaktadır. Bunlardan birincisi heterojen nuklear RNA (hnRNA)'lardır. Bunlar ökaryotik hücrede sentezlenen ve prosese uğramamış öncül mRNA molekülleridir. İkincisi ise küçük nuklear (snRNA)'dır ve yine öncül mRNA moleküllerinin prosese uğraması esnasında ortaya çıkmaktadırlar.



DEOKSİRİBONÜKLEİK ASİT (DNA)
Genetik olayların hücrede moleküler düzeydeki temeli genetik materyal görevini üstlenen nükleik asitlerin yapı ve özelliklerine dayanır. Nükleik asitlerin iki türü olan deoksiribonükleik asit DNA ve ribonükleik asit RNA temelde aynı yapısal özelliklere sahiptir.
Genler, DNA‘daki bazı kimyasal dizilimler olan nükleotidlerden meydana gelmiştir. Çoğunluk kromozomların içersinde bulunurlar. Ayrıca DNA molekülü prokaryotlarda (Bakteriler) kromozom dışı genetik sistem, olan plazmidlerde, Ökaryotik hücrelerde genetik materyalin kromozomlar (Nukleus) dışında temel olarak (hayvan ve bitkilerde) mitokondri ve (sadece bitkilerde ve alglerde) kloroplastlarda bulunduğu bilinmektedir.

1953 yılında Watson ve Crick DNA molekülünün kendine has özelliklere sahip bir çift sarmal yapı halinde bulunduğunu ileri sürdüler. Bu araştırıcıların önerdikleri DNA yapısı o tarihlerde başka araştırıcılar tarafından ortaya konulan DNA ya ilişkin önemli bulgulara dayanmaktadır. Bunlardan biri, Wilkins ve Franklin tarafından, izole edilmiş DNA fibrillerinin X-ray ışınlarını kırma özelliklerinin açıklanmasıdır. Elde edilen X ışını fotoğrafları, DNA nın zincirlerindeki bazların diziliş sırasına bağlı olmaksızın, çok düzenli biçimde dönümler yapan bir molekül olduğunu göstermektedir. Ayrıca TMV (tütün Mozaik Virusu) üzerinde yapılan çalışmalar da DNA ile ilgili çalışmalarda ışık tutmuştur.
Bir başka önemli bulguda Chargaff tarafından saptanmıştır. Herhangi bir türe ait DNA nın nükleotidlerine parçalandığında serbest kalan nukleotidlerde adenin miktarının timine, guanin miktarının da sitozine daima eşit olduğunun saptanmasıdır.. Yani Chargaff kuralı‘na göre doğal DNA moleküllerinde adeninin timine veya guaninin sitozine oranı daima 1’e eşittir. (A/T=1 ve G/C=1).
İşte Watson ve Crick bu bulguları değerlendirerek böyle özelliklere sahip DNA makro molekülünün sekonder yapısına ait bir model geliştirdiler. Bu modele göre, bir çok sorunun açıklanması yapılabildiğinden dolayı 1962 yılında bu iki bilim adamına Nobel Ödülü verildi.

Bu modele göre;
DNA molekülü, heliks (=sarmal) şeklinde kıvrılmış, iki kollu merdiven şeklindedir. Kollarını, yani merdivenin kenarlarını, şeker (deoksiriboz) ve fosfat molekülleri meydana getirir. Deoksiriboz ile fosfat grupları ester bağlarıyla birbirlerine bağlanmıştır. İki kolun arasındaki merdiven basamaklarında gelişigüzel bir sıralanma yoktur; her zaman Guanin (G), Sitozin’in (C ya da S); Adenin (A), Timin’in (T) karşısına gelir. Hem pürin (yani adenin ve guanin) ile pirimidin (yani sitozin ile timin) arasındaki hidrojen bağları, hemde diğer bağlar, meydana gelen heliksin düzgün olmasını sağlar. Pürin ve pirimidin bazları, yandaki şekerlere (Riboz), glikozidik bağlarla bağlanmıştır. Baz, şeker ve fosfat kombinasyonu, çekirdek asitlerinin temel birimleri olan nükleotidleri meydana getirmiştir. Dört çeşit nükleotid vardır. Bunlar taşıdıkları bazlara göre isimlendirilirler (Adenin, Guanin, Sitozin,Timin).

DNA molekülü kendini oluşturan nukleotidlerin sayısına bağlı olarak, büyüklüğü türden türe değişen, uzun zincir şeklinde bir yapı gösterir. İnsanda bu zincirin uzunluğu açıldığında 2 metreye kadar varabilir. Bütün halinde eldesi zincirin hassas ve kırılgan yapısından ötürü çok güçtür.
İki polinükleotid zincirin şeker fosfat omurgaları, ortak bir eksen çevresinde eşit çaplı ve sağ yöne doğru dönümler meydana getirir. Nükleotidlerin bazları molekülün omurgasının iç kısmında bulunur. Bazların konumları sarmalın eksenine 90 derece açı yapacak şekilde konumlanmıştır. Birbirine komşu baz çiftlerinin dönümleri arasındaki uzaklık 3,4A dür. Ayrıca her baz çifti komşusuna 36 derecelik açı yapacak şekilde yerleşmiştir. Buna göre, yaklaşık 10 baz çifti 360 derecelik tam bir dönümü tamamlayacağından, her dönümün boyu 34A dür.

İki polinükleotid zincirdeki nukleotidler karşılıklı olarak birbirlerine hidrojen bagları ile bağlanmıştır. Bu bağ fosfor bağları kadar kuvvetli olmadığı için pH değişikliği, sıcaklık basınç gibi faktörlerde kolaylıkla birbirlerinden ayrılabilmektedir. DNA nın kendi kopyasını yapması ve gen anlatımı, nukleotidler arasındaki hidrojen bağlarının ayrılması ile gerçekleşmektedir. Nükleotidler birbirlerine fosfat bağlarıyla bağlanarak, şeker ve fosfat kısımlarının birbirlerini izlediği serilerden oluşan bir omurgaya sahip uzun ve dallanmış polinükleotid zincirlerini meydana getirmiştir. Kovalent ester bağları veya fosfodiester bağları olarak da bilinen bu bağlar son derece kuvvetlidir. Fosfodiester bağlarının varlığı DNA molekülünün tek zincirli yapı halinde iken bile dayanıklı ve stabil yapıda olmasını sağlar. Genetik mühendisliğinin hedeflerinden biri olan klonlama çalışmaları, doğal yolla gerçekleşmesi mümkün olmayan kovalent bağ kırılmalarını gerçekleştirerek yeni türler oluşturma çabalarını içerir. Nukleotidlerin yapısı bazik olmasına karşın oımurgadaki PO4(fosforik asit) grubunun varlığı polinükleotid zincirlerin asit özellikte olmalarına yol açar ve nükleik asit terimi de bu özellikten kaynaklanır.

Hidrojen bağları daima bir pürin(A,G) ile bir pirimidin (T,C) bazı arasından meydana gelir. A-T baz çiftinde 2 hidrojen bağı, G-C baz çiftleri arasında ise 3 hidrojen bağı bulunmaktadır. Hidrojen bağlarının özelleşmesi; anahtar kilit modelinini andıran, uygun nukleotid moleküllerinin karşılıklı gelerek birbirlerine yine uygun sayıda hidrojen bağları ile bağlanmasını sağlar. Böylece zincirin bir kolunda bulunan nukleotidlerin dizilişi,karşı kolda bulunan nukleotidlerin dizilişini bir çeşit dikte ve kontrol eder. Tesadüfe bırakmayan bir titizlikle molekül yapısı oluşturulur ve kontrol edilir.
DNA molekülünün en önemli özellik iki polinükleotid zincirin birbirinin tamamlayıcısı olmasıdır. Pozitif (+) ve negatif (–) iki polinukleotid zincirlerinin tamamlayıcılık özelliği,genetik materyalin işlevlerini doğru biçimde nasıl yapabildiğinin açıklanması açısından DNA’nın en önemli temel özelliklerinin başında gelir.

DNA çift sarmalının dikkate değer ve önemli bir özelliği, molekülü oluşturan zincirlerin birbirlerinden kolaylıkla ayrılabilmesi ve yeniden birleşebilmesidir. Protein sentezi ve Dna replikasyonu (kendi kopyasını oluşturması) bu özellik sayesinde meydana gelebilir. DNA’nın iki zinciri, birbirine sadece H bağları ve hidrofobik etkileşimlerle bağlı olmaları nedeni ile, nükleotidleri arasındaki kovalent bağlardaki herhangi bir kopma olmaksızın çözülebilir (denatürasyon). Aynı şekilde çözülmüş molekülün zincirleri tamamlayıcı bazları arasında H bağlarının oluşumu ile birleşip sarmal yapıyı yeniden oluşturabilir (renatürasyon).

Nükleotidler arasındaki fosfor bağlarının kopması nedeniyle nükleotidlerin yerine başka nukleotid veya nukleotid dizisinin geçmesi mutasyonlara yol açar.Bu mutasyonların tek zincirli RNA molekülünde oluşma olasılığı çift zincirli DNA molekülüne göre daha fazladır.Mutasyonların neticeleri ölümcül olabilir. Evrimsel gelişim içinde mutasyonların menfi yada müspet etkileri gözardı edilemeyecek noktadadır. Günümüzde viral hastalıkların başında gelen AIDS’in önüne geçilememesinin en geçerli nedeni genomu tek zincirli RNA olan virusun sürekli mutasyonlar geçirerek kendini sürekli yenilemesi gösterilebilir...

Copyright © birtekblog